Kitabı okumadan, önyargılarımla tahminde bulunurken, duygusal ve kederine boğulmuş bir karakter tahayyül etmiştim. Ne kadar çok yanılmışım! Nefretle yazılan bir roman bu. “Hayatın adaletsizliğine, ona en büyük zararı verebilecek olan şeyle, entelektüel şiddet ve öfkeyle karşılık vermek gerekir.” diyor kitabın yazarı Rosales. Şizofreni tanısı alan Rosales, aslında bu kitapta da kendini, yaşadığı bakımevlerini, geçmişindeki Küba sürgününün izlerini yansıtır, içindeki öfkeyle, şiddetle, kötümserlikle. Kitabın sayfalarını çevirirken hissettiğim şey, merhamet, nefret, şefkat ve gaddarlığın tuhaf karışımı idi, tıpkı Rosales’in kendi hissini tariflediği gibi. Kitap boyunca o topyekûn sürgün olma durumunu, tüm hücrelerimde hissettim. Küba’ya dair duygularına ilginç bir şekilde bilinçaltından erişiyoruz, sık sık Fidel Castro ile yüz yüze geliyor rüyalarında. Ama beni, içine düştüğü yabancılaşma hissi daha çok etkiledi. Hayatın süprüntüsünün tıkıştırıldığı bakımevleri, kimsesizlik ve defolamama lüksünün bile olmayışının acıklı bir tezahürünü görüyoruz romanda. “Elime bir tabanca aldığımı hayal ediyorum. Dayıyorum şakağıma. Tetiği çekiyorum,” demişti Rosales bu kitapta. 6 Temmuz 1993 günü gerçek, bu cümlelerin yerini aldı.