Elimize bir kağıt alalım. Bomboş, tertemiz bir kağıt. Bir de tükenmez kalem. Tükenmişliği tüketmiş olmamıza tezat tükenmeyen bir kalem...
Gözlerimizi kapatalım ve dilediğimizce karalayalım, çizgilerle donatalım kağıdı. Bunlar canımızı acıtan olaylar olsun. Kırgınlıklarımız, kızgınlıklarımız, öfkeden deliye döndüğümüz anlarımız...
Yeterli gördüğümüz anda kalemi bırakalım ve yanımızda bulunan herhangi sıvı bir maddeyi az miktarda kağıda dökelim. Belki dumanı üstünde tüten çayımız belki de yudumladığımız iç ısıtan kahvemiz; kısacası kağıdımıza döktüğümüz bu madde, bizim bardağı taşıran son damlamız. Kırgınlıklarımızın en acıtanı, öfkemizin kor ateşi... Belki de yağmur kadar şiddetli göz yaşlarımız.
O kağıdı şimdi kurumaya bıraksak eskisi kadar temiz olacak mı? O sayfa bu kadar karalanmış, burumuşken... Bir umut ısı versek kağıdımıza, yine de o kırışıklık geçer mi? Acıya üflemek bu mudur? İşe yarar mı?
Zannetmiyorum. O kağıt hiçbir zaman eskisi kadar temiz, beyaz ve duru olmayacak.
Ve o kağıt; her baktığımızda canımızı acıtan olayları, üzüntüden akan gözyaşlarımızı ve bizi tüketen insanları hatırlatacak...