Bir yandan sevinmek gerekir ki insan dışarıdan bakınca görülmüyor. İçindeki sürekli kramp, yüze bir nevroz ifadesi verse de ne olduğu anlaşılmıyor. Kaldı ki o nevrotik ifadeyi bile neyse ki anlayan pek az. "İnsanlar bir şey görmüyor, anlamıyor," diye şikayet edene şaşarım, kim görülmek anlaşılmak ister ki, gördüğünü kucaklayabilecek kim var ki, bir de görülmekten söz edilebiliyor. Böyle bir hayalet gibi, hiç olmadığın şekillerde algılanıp geçip gitmek, içinde gizli, sonsuz bir ağrıyla yaşamak ... başka çaresi var mı?
"Evladım, sen böyle vehimlere nerden kapıldın, hiç bu yaşa kadar böyle bir telakki duymadım, bunlar nasıl düşünceler, sen ne kadar şairane bir çocukmuşsun."
Dünyada kim bilir ne akıl, seziş, duyuş sahibi adamlar vardı da arayıp bizim gibisini bulamıyorlardı. Bulsalar nesli tükenmiş pandalar gibi bambu filizleri ile elden beslerlerdi herhalde de biz nazlanırdık.
En büyük şeyleri görüp anlayamayanlar, kendileri ile ilgili varla yok arası bir şeyi sezmede bile nasıl maharet sahibi olabiliyorlar böyle benim gibi, ne tuhaf.
İbretin kudreti! Ama bu kadarcık bir fark bile bana hemen tuhaf bir emniyet vermişti. Bu emniyeti hemen duyduğumu ve kullanıma açtığımı hatırlıyorum. İyice maden gibi işlettim mi, bilmiyorum. İşletecek, kâra geçirecek kadar fazla olmadığından, sürekli bir dükkan gibi değil de herhalde uygun yerlerde gezen, seyyar satıcı gibi bir şey olmuştum. Bu bana hayale, hülyaya dalma, önündekini hafife alma, her şeyin ağırlığını kendi üzerimde tartma hali verdi. Güzel ve hürdüm anlayacağınız.
Gerçekten şu an bilemiyorum, kendi hayatım başkasının gibi geliyor, başkasınınki de benim gibi. O vakitler, kendi hayatım olduğunu düşündüğüm, olmasını istediğim, benim ötemdeki, hayallerimin, çabamın, yeteneklerimin öte sindeki idi. Şimdiki de geçmişini benimseyip benim diyemediğim, şu anım da yine hep tadil ederek kendime inandırma ya çalıştığım, katlanılır göstermeye çalıştığım başka bir şey.
Hiç hayatı olmamış gibiyim. Kendi olmayanın hayatı da olmuyor mu yoksa?