Göremediklerini de Göremezler.
Yusuf Kaplan
Bakmak ve görmek: Bütün mesele, bu iki sözcükte gizli. Asıl mesele/miz, "görebilmek" elbette. "Gör/ebil/mek"ten kastım, çıplak gözle yapılan eylem değil; bilakis bir şey''in yüzünü, yüzeyini görmekten ziyâde, bir şeyin özünü anlamak, idrak etmek, o şeyin özüne, künhüne
Dişiliği kabullenmek
Basit gelse de kabullenmek kendi içindeki ışığı fark Edip onu inkar ettiğinizde özgür olduğunuzdan söz edemeyiz. Kabullenmek, kendinize yönelmeyen ve kendinizi daha iyi tanımaya yönelik atacağınız bir adımdır. Zihinsel olarak kendimizi kabullendiğinizi düşünebilirsiniz ama kabullenme daha çok içsel bir durumdur. Kendinizin ne
Bedende durum neyse zihinde de odur; tekrar onu olduğu şey hâline getirir ve doğanın bağışları olarak görülen bu üstünlüklerin en nadirinin bile, daha yakından incelendiginde, alıştırmanın ürünü olduğu ve bu düzeye bir tek yinelenen hareketler sayesinde ulaştığı görülür. Bazı insanlar şakalarındaki hoşlukla dikkat çeker; başkaları ise öğretici masalları ve bağlama uygun eğlenceli öyküleriyle. Bir yöntemle edinilmedikleri için insanlar bunları salt doğanın verdiği şeyler saymaya eğilimlidir; herhangi birinde sivrilenler de öğrenilmesi gereken beceriler saymadıkları için kendilerini bunları çalışmaya adamazlar. Ancak yine de şu bir gerçektir ki, birilerinin dikkatini çeken ve övgüsünü alan ilk talihli girişim kişiyi yeniden denemeye teşvik eder, sonunda nasıl olduğunu kendisi bile anlamadan bu konuda bir hüner kazanıncaya dek düşünce ve çabalarını bu yönde yoğunlaştırmasına yol açar; bu, genelde kullanım ve tekrarın sonucu olan her şeyin doğasına uygun düşen yoldur.
Adımlarım kaçar gider evimden uzağa
Bakışların çeker beni o zalim tuzağa
Yine de kandım, yine de yandım
Hep aldandım
Vurulur aklım kapalı gardım
Hani sen arkamdaydın
Bıçakların sırtımda mı? Hadi çek al onları
Acıtmadı senin kadar, ben hiç giden olmadım
Yine de kaldım, buradaydım
Hep yalvardım (hep yalvardım)
Ne olur Tanrım adını andırma
Acıyla kucaklaştım
Rüyalarım çok uykusuz, gel öp yatır onları
Gecem uzun sen yokken hiç sabah olmadı
Bu gece sandım yanıma yattın, anlattın
Şu yarım aklım bi' sana kandı, aptaldım
Bıçakların sırtımda mı? Hadi çek al onları
Acıtmadı senin kadar, ben hiç giden olmadım
Yine de kaldım, buradaydım
Hep yalvardım (hep yalvardım)
Ne olur Tanrım adını andırma
Acıyla kucaklaştım
Satranç kitabında da olduğu gibi bu kez de ismi bilinmeyen bir ana karakterimiz var. Bir gün ana karakterimizin ve burjuva sınıfından olan arkadaşlarının kaldığı otele genç bir adam gelir. Bu adam, hal ve hareketleriyle herkese kendinden söz ettirmiş ve herkesin beğenisini kazanmıştır. Her şey yolundadır, ta ki genç adam otelden ayrıldıktan birkaç gün sonra oteldekilerden birinin eşi Madame Henriette’nin yokluğu fark edilene kadar. Oteldeki herkes, Madame Henriette’nin genç adamla birlikte kaçtığını düşünmektedir. Birkaç kişi onu bundan dolayı kınarken ana karakterimiz Madame Henriette’i savunur. Bu hareketiyle yaşlı bir kadın olan Mrs. C.’nin dikkatini çeker. Birkaç gün sonra Mrs. C., ana karakterimizi kendi odasına davet eder ve ona bir türlü kafasından atamadığı o gününü anlatır…
Bu kitabı
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu kadar beğenemedim maalesef, bunun ana sebebi Mrs. C.’nin ilk başta anlattıklarının beni biraz sıkması. Dürüst olmak gerekirse, Mrs. C.’nin sürekli adamın ellerini ve yüzünü betimlemesi okumamı biraz yavaşlatmıştı. Ama Stefan Zweig’ın benzetmelerinin de hakkını vermek lazım. Mesela:
"Bu mutluluk, o beyaz gölgeyle karşılaştırılabilirdi, ancak hani şu insanın bir rüyadan uyanıp da karşısında gördüğünü sandığı bir meleğin kaybolan yüzündeki mutluluk gibi."
Ayrıca Mrs. C.’yi de anlayabiliyorum, onun yerinde olsam muhtemelen ben de aynısını yapardım.