Râci'yi tanır mısınız, Aynalı Baba'yı işittiniz mi bilmiyorum. Ne zaman Karacaahmet'ten geçsem Aynalı Baba'yı göreceğim ümidine kapılırım. Hayat kalabalığının kesilip, ölüm yalnızlığının hissedildiği bu müstesna güzergâh, Filibeli Ahmet Hilmi'nin inanılmaz bir hikayeyi başlattığı yerdir sanki. Kitaplardan aşina olduğumuz plastik bir sükûtun
"Bir kadının suya değiyor ayakları
İstanbulu dinliyorum gözlerim kapalı"
Bazen ansızın beliren şiir susuzluğumu dindirdiğim mısralardan biridir. Dudaklarımı dayadığım bir kaç kelime nedeninin bilmediğim bir şekilde rahatlatır beni.
Bu defa düşünmek istedim nedenini. Orhan Veliyi pek sevmem itiraf edeyim. Ama neden onun iki mısraı bu
Şu karşı duvardaki çini fırına girdiğinde Hz. Musa gibi ateşi tutup ağzına götürmüştü. Bu yüzden mavi ile yeşili konuşurken dili tutuk. Mavi ile yeşil arasında incelen bir lisan turkuaz. Sükûtun incelttiği bir lehçe-i nâz.
Sükûtun lehçesini, gönül kulağı olanlar duyar Hâfız!
Gönül dili, sükût etmekle öğrenilir Hâfız! Gönüller konuşunca lisan hükmünü yitirir. Sonra da dilsiz ağızsız, sessiz sedasız bir sefer başlar sözden öze, gözden öte!
Söz, sükûtta demlenir Hâfız! Sükût ise gönülde...