en nefret ettiğim kitaplardan biridir. saçma bir aşk hikayesi. aşk demeye bin şahit. bir kadının, bir adamı takıntı haline getirmesini anlatıyor. tavsiye etmiyorum asla.
"Beni hiç tanımamış olan sana" bu cümle
kitabı özetliyor. Kitabı yeni alıp bitirdim. Gerçekten mükemmel bir kitap her cümlede aklımda canlandı kadının yaşadıkları, hayatı. Karşılıksız aşk çok zor ve Zweig bunu çok iyi özetlemiş. Ama ne kadarı aşk tartışılır. Bazılarına göre takıntı bazılarına göre aşk..
(spoiler)
Kadını mektubu yazarken hayal ettim ölü çocuğunun yanında, nasıl hissettiğini hissettim iliklerime kadar, o çaresizliği.. ve kendini tekrar ve tekrar o adama vermesini.. ama adamın onu hiç tanımamasına ve Johannın hemen onu bilmesine çok üzüldüm. Kadın ne ümitle belki tanır diye yaptığı konuşmayı hayal ettim gerçekten çaresizlikten başka bişey değil.
(Acaba gerçekten böyle insanlar var mı diye düşündürdü)
Bence okumak isteyenler okusun. Tavsiye edeceğim kitaplar arasında.
Neden olmasın? Etrafımdaki her şey tekdüze ve renksizse, içimde bir kasırga, bir atışma, bir trajedi yok mu?
Bende takıntı haline gelen bu sabit fikir zaman daraldıkça, zihnimde her dakika, her saniye daha iğrenç ve daha kanlı bir görüntüye bürünmüyor mu? Herkes tarafından bu şekilde yüzüstü bırakılmışken içimde hissettiğim şiddetli ve
bilinmeyen sarsıntıları neden kendi kendime anlatmayı denemeyeceğim ki? Kuşkusuz öykü çok zengin ve hayatım ne
kadar kısa olursa olsun, şu andan son ana kadar hâlâ onu dolduracak, bu kalemi ve mürekkebi tüketecek onca ürperti, onca korku, onca ıstırabım olacak. Zaten bu acılara katlanmanın en kolay yolu onları dilediğimce izleyip keyfimce tasvir etmek değil mi?