Eğer düşmanlarımız olmazsa biz de olmaz mıyız, ancak düşmanlıklarımız kadar mı varız biz yeryüzünde? Kartvizitimizde yalnızca dinimiz, ırkımız ve düşmanlarımız mı yazılı? Kendimize ait, kendi yaptığımız ne var? Kim kendisini, neye düşman olduğunu söylemeden tarif edecek, kim kendini yalnızca düşünceleriyle, yaptıklarıyla, yapmak istedikleriyle, amaçları ve hayalleriyle anlatabilecek?
Padişah Genç Osman tahta geçer geçmez asayişin bozulduğu gerekçesiyle içki yasağının şiddetini artırır. Sarhoş yakalananlar feci şekilde can verirler. “Sultan Osman hükümdarlık icraatına buradan başladı. Yanına bostancıbaşı ile bostancıları alıp bizzat meyhane meyhane teftişe çıktı. Pek tabi ayak takımı ile yüz göz olma durumuna düştü. Hamal, dellak, kayıkçı, salapuryacı, ırgat bekar uşaklarından, yeniçerilerden, sipahilerden sarhoş yakaladıklarını taş kayıklarına doldurttu. Geceleyin ayaklarına taş bağlatarak denize attırdı” Genç Osman dilber yüzlü fakat zalim yürekli olarak tarif edilir. 300 Kazak korsanına verdiği cezalar kendi askerleri tarafından bile tepkiyle karşılanmıştır. “Sultan Osman korsanların bir kısmını fillere çiğnetti, bir kısmını kazığa, bir kısmını çengele vurdurdu. Bazılarını belinden ikiye böldürdü. Bir kaçını da direklere bağlatıp ok talimi yaparak kendi eliyle öldürdü.” Ne var ki kendisinin sonu da Yedikule zindanlarının bir hücresinde boynuna kemend atılarak hayata veda etti. Cellat ölüm alameti olarak Sultan Osman’ın bir kulağını ve burnunu kesip yeni padişah Sultan Mustafa’nın annesine götürmüştür.
Reklam
BEDEL ÖDEMEK...
Çok kıymetli bir büyüğüm, bir gün bana “İslâm’a muhatap anlayışa da muhatap anlayışlar var!” demişti. İlk bakışta gayet “yalın” görünen bu tespite bir müddet kafa yorduğumu, daha bunu yaparken bile kendimi bu tespitin tam da tarif ettiği hâl içinde bulduğumu hatırlıyorum. Bu misâl, bir aynanın diğer aynadaki yansımasıyla ortaya çıkan ve silsileler hâlinde birbirini takip eden bir resim şeklinde canlanmıştı zihnimde. Şimdi bu güzel espriden mülhem söylemek gerekirse, bugün biz de, Mutlak’a muhatab olan peygamberin ANLAYIŞI’na, ispat edilmiş liyâkatleriyle -hem de “Mukarreb ve Fenâ” hâlde “seçilmiş” olarak!- muhatap olan anlayışların (Sahabîler-Veliler ve İslâm kahramanları) karşısında, ister istemez kendi varlığımızla muhatabız… İster istemez diyorum, çünkü işin hem “liyakat” çetinliği belli, hem de başka çaremiz yok. Bu işler ergen çocuk pozlarına girerek “ben kendim yaparım”cılıkla olmuyor! Öte yandan tâbi olmak meselesi ne bedava ne kolay iş değildir; hele ki “ayna” olmak! Fakat bunların bir ortak yönü varsa, o da “bedel ödeme” şartıdır. Kabul eden veya reddeden herkes kendi nasibince dereceler halinde bu işin bedelini öder… Tâbi olanın imtihanı başka, olmayanın ki başkadır. Bizim anlayışımıza göre birincisi, ikincisine göre her hâlükârda, elbette kârdadır! Ölür ise şehit olur, kalana gazi denir… Tâbi olmayana ise -İblis gibi- mahrumiyet cezası yeter de artar!..
Sayfa 27 - 28 Yavuz Arslan, "Ya Sonra?"Kitabı okudu
İstanbul’da envai çeşit vahşi hayvan gördüm; vaşaklar, yaban kedileri, panterler, leoparlar ve aslanlar. Öyle evcilleştirilmişler, öyle iyi terbiye edilmişler ki, gözlerimin önünde bir aslan bakıcısı aslanın ağzındaki koyunu çekip aldı da, hayvan gıkını çıkarmadı; çenesine bulaşan taze kana rağmen, hiç istifini bozmadı. Bir de yavru bir fil gördüm, öyle acayip bir şeydi ki, dans edip top oynuyordu. Eminim şu an gülmemek için kendini zor tutuyorsun ve bana ‘Ne, top oynayan, dans eden bir fil mi?’ diyorsun. Neden olmasın? Seneca’nın bize anlattığı, ip üstünde yürüyen filden ya da Plinius’un Yunanca üstadı diye tarif ettiği filden ne farkı var bunun?
Sayfa 133
Yaşamak ve acıyla uzlaşmak...
Benim de ağrıyor baba." dedi "herkesin az çok yor içi." an Mürşit şaşırdı, yanlış mı duydum, soyut, elle tutul mayan, tarif edilemeyen bir ağrıdan söz ettim ve kızım anladı mı yani diye düşündü. Bende de var dedi üstelik anladı gözlerinde varlığından daha önce haberdar of madığı bir irade gördü, daha çok şaşırdı. "Baba,neyin var?" "Hiç kızım... İçim ağrıyor." ... "Benimde ağrıyor baba," dedi "herkesin az çok ağrıyor içi." .... "Yaşamak böyle bir şey değil mi zaten baba.. dinmeyen bir ağrı." Elvaan dünyanın, boşluğun, ağrının farkında. Elvan yaşamak denen şeyin bu ağrıyla uzlaşmak olduğunu anlamış.
Hürriyet
...Atatürk'ün üzerinde en çok kitap okuduğu ve bizleri çalıştırdığı mefhum da "Hürriyet" kelimesi olduğuna işaret etmeliyim. Bunun için kitapta yayınlananlardan gayri elimdeki notların mahiyeti çok ilgi çekicidir. Hürriyet bahsi için tercümeler olduğu gibi ayrıca da Atatürk bazı arkadaşlarından hürriyetin tarifini istemiş. Mesela Erzurum mebusu Tahsin (Uzer) 25.01.1930 tarihindeki yazısında şöyle bir tarif veriyor: "Ferdin, memleketinde bütün hukukuna malikiyetidir." Diğer bir kağıtta yazısını tanıyamadığım bir şahsın şu izahı var: "Fertlerin cemiyete ihtiyarları ile terk ettikleri haklarından mütebâkisini, diledikleri gibi kullanabilmeleridir." Aynı kağıdın arkasında başka bir yazı ile şu not var: 1 — Hürriyet kendini bizzat kendi içinde yok eden bir mefhumdur. Bu küçük kağıtların içinde Atatürk'ün el yazısı ile olan tarih ise çok kısa: "Hürriyet, insanının mutlak olarak düşündüğünü yapabilmesidir."
Sayfa 30
Reklam
1.000 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.