Peter Ashton'ın 1546'da İtalyan tarihçi Paulus Giovius'un
Commentarii delle cose de Turchi adlı eserinden çevirdiği A Shorte treatise upon the Turkes Chronicles, İngiltere'de uzunca bir süre Türkler
konusunda temel bir başvuru kitabı niteliği taşımıştır.
Eserde, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan Kanuni Sultan Süleyman zamanına kadarki tarihi anlatılır; Türklerin savaş düzeni ile disiplini üzerinde durulur;
vezirler, yeniçeriler, beylerbeyleri, sancakbeyleri, akıncılar üstüne bilgi
verilir. Yazar bütün bu konularda bilgi verirken, bir yandan da Müslümanlık hakkındaki Ortaçağ'dan kalma yorumları olduğu gibi kullanır, ama bu arada, İslamiyet'ten söz ederken aslında Osmanlıları düşündüğünü de açığa vurur, sözgelişi, Müslüman Timurlenk ile Müslüman Yıldırım Bayezıd arasındaki mücadeleyi ele alırken açıkça taraf
tutar ve Bayezıd'ın yenilmesinden duyduğu sevinci uzun uzun anlatır.
Öte yandan, bir başka savaşta Osmanlı Devleti'ne karşı İran'ı tuttuğu gibi, İran Şahı'na da bu hükümdarın Müslüman olmaması, hatta Hıristiyanlığa yakınlık duyması gibi özellikler atfeder.
Yazarın Müslümanlığı kötülerken sözü hep Türklere getirmesi bu eserin altı çizilmesi gereken bir özelliğidir. Bu özellik daha sonraki tarihi kaynaklarda olduğu gibi edebi metinlerde de kendini gösterir. Bundan başka, Timurlenk-Bayezıd konusu bile başlıbaşına bir konu olarak 16. yüzyıl İngiliz tiyatrosunda Ashton'ın anlattığı biçimde işlenmiştir.
Sayfa 38 - İstanbul Üniversitesi YayınlarıKitabı okudu
Osmanlı Devleti'nin temel niteliği ile Hıristiyan dünyanın ona
bakışı arasındaki benzemezliklerin gene bu çerçevedeki bir başka yönü
Türklerin Avrupa içlerine doğru ilerlemesiyle ilgili kaygılarda gözlenebilir. Hıristiyan Avrupa'nın gözünde, Osmanlılar İslamiyet'in temsilcisi, misyoneri, sürükleyicisiydi. Ortaçağ kafasına göre Hz. Muhammed
nasıl Hz. İsa'nın, İslam dini de Hıristiyanlığın karşıtı idiyse, bunun bir
uzantısı olarak Osmanlıların Batı'ya doğru ilerlemesi de bir "Müslüman Haçlı Seferleri" gibi görülüyordu.
Sayfa 17 - İstanbul Üniversitesi YayınlarıKitabı okudu
Ulusçuluk ideolojisine sahip devletler, ulus-inşa sürecinde meşruiyet ilkelerini toplumsal zeminde canlı tutmak için ideoloji ve eğitim araçlarına başvurmaktaydı (Şimşek vd., 2012: 2809). Resmi ideolojilerin ve ulusal kimliklerin hayat bulmasında eğitim, can suyu vazifesini görüyordu (Can, 2013: 125). Bu süreçte genelde eğitim müfredatı özelde okul kurumları milli duygularla teçhiz edilmiş, kendisini ulusuna feda eden bireylerin yetişmesinde etkin rol oynayacaktı. Eğitim, ulus-devlet modelinin temel zeminini oluşturan sosyal düzenin tesis edilmesinde temel bir kurum haline gelecekti (Aksoy, 2018: 440; Üstel, 2008). Dahası "eğitimin, çoğu zaman ideolojilere hizmet edişi, ideolojilerin topluma yerleştirilmesi ve devamlılığının sağlanması için vazgeçilmez bir araç oluşu her dönem onu önemli” kılıyordu (Çelik, 2014: 287). Bu kapsamda Mustafa Kemal de milli eğitime ayrıcalıklı bir önem verdiğini “en mühim ve feyizli vazifelerimiz, milli eğitim işleridir. Milli eğitim işlerinde mutlaka muzaffer olmak lâzımdır..” sözleriyle belirtiyordu (Maarif Vekilliği, 1939 akt. Avcı, 2019: 3).