İster fahişe olsun, ister terkedilmiş kadın, ister gayrımeşru çocuk, tüm bu insanlar Batı'da da Doğu'da da erkeğin başat olduğu ataerkil bir uygarlığın, erkeğin Tanrı sayılıp çıkar, arzu ve kaprislerini nasıl karşılayacağını kendisinin belirlediği bir uygarlığın kurbanıdırlar.
Modern bir toplumda Picasso gibi el üstünde taşınan bir dahinin geride 140 000 000 pound gibi bir servet bırakıp da, metresi Franço ise Gilot'dan doğan iki gayrımeşru çocuğu Palama ile Claude'u mirasından yoksun bırakması kadar çarpıcı bir örnek düşünülebilir mi?
Savaşın orta yerinde, boşaltılmış bir köyde, yağmalanmış bir odada, elinde "kala kala yıpranmışlığı kalmış" iki köylü sedirde oturuyor. Ceketi örümcek ağına bulanmış bir yaşlı adam ve kadim bir mitten çıkıp gelmiş gibi duran, saçları kül rengi bir yaşlı kadın..
"Bir taş gibi sırtını yaslamış evrene... Gene de gülümsüyor, gecikmiş,
Kanımdan bir fare atlıyor görüyor musun cici günlüğüm, yakala ve tarif et bana! Sen ne güzel şeysin, senin adını koyamıyorum, sen ne güzel şeysin. Bugün yanaklarına uzandım, görmedin, şöylesine bir şeyler anlatıyordun, dönüyordun, ellerin dönüyordu başının üstünde, bir şeyler yaratıyordun, farkında değildin gözlerinin, bin yıldan bu yana bir kez
"Doğa yasaları, karanlıkta saklıydı. Tanrı buyurdu: 'Newton doğsun!' diye ve her taraf ışıdı."
Bir adam düşünün ki sevgisiz büyümüş, ailesi tarafından terkedilmiş, fakirlik yaşamış, bu hayatta var olabilmek için pek çok işte emek vermiş ve en sonunda hak ettiği değeri söke söke almış. İşte bu adam, İsaac Newton.
Zor bir çocukluk
Sen kendini terkedilmiş bir çocuk
olarak mı kabul ediyorsun? Terkedilmiş çocuksun, manevi anlamda ben de öyleyim. Belki de
biz insanlar hepimiz terkedilmiş çocuklarız. Doğmuş olmanın anlamı, Tanrı tarafından
dünyaya fırlatılıp atılmak değil midir?