Eğildim öptüm yıkık alnından
Uzaktın, kıyamadım sessizliğine
Biraz daha dedim içimden, biraz daha;
Gün olur, onuru güzel çocuk
Acı da yakışır insan yüreğine.”
Ne kadar uzaktın benden! Bizi ayıran kilometreler değil de asırlarmış gibi geliyordu bana. Sen, Fars dedelerle bir yerde oturmuş kasideler üzerine sohbet ediyor, Farsçanın mükemmel tınısıyla ruhunu dinlendiriyordun. Bense seni görmek, yanında olmak istiyordum.
Neden sürekli olarak kendimi senden gizliyordum, Nâzım? Var gücümle senin gibi olmaya, senin kadar cana yakın, senin kadar neşeli olmaya çabalıyordum. Ama dönüşünün ertelendiğini söylediğinde, öleceğimi sanmıştım. Birkaç gün daha senden ayrı olmak dayanılacak gibi değildi.
Belki de 1957’nin güzünde âşık oldum sana. O puslu sonbahar gününü anımsıyor musun? Yağmurdan sonraki haliyle Gorki Parkı’nı...
Taksiyle gelmiştik parka. Sen, o günkü haliyle dolapta asılı duran, içi kareli, yünlü kumaş astarlı açık renk pardösünü giymiştin. Üzerimde mavi, yünlü kabanım vardı. El ele yürüyorduk. Ağırlığı insanın üstüne çöken, muazzam büyüklükteki demir kapıdan geçip ıssız parka girdik. Kapının kanatları arkamızda kaldığında dönüp nefretle baktın onlara ve etrafa. “Parkı nasıl da çirkinleştirmişler” dercesine sorgu doluydu bakışların. Kafanı iki yana sallayıp acıyla gülümsedin.