Daha küçük bir çocukken hep doğadaki acayip şekilleri seyretmek istemiş, gözlemleyerek değil de içerdikleri büyüye, konuştukları karışık ve derin dile kendimi vererek bunu yapmaya heveslenmiştim...
... Böylesi şekilleri seyretmek, doğanın usdışı, karmaşık ve acayip şekillerinin üzerine teslimiyetle eğilmek, iç dünyamızla bu şekilleri yaratan doğa arasında bir uyumun var olduğu duygusunu uyandırır insanda. Çok geçmeden söz konusu şekillere, bizim kendi kaprislerimizin ürünü gözüyle bakmaya başlar, onları bizim yarattığımız nesneler saymak gibi bir ayartıya kapılırız. Bizimle doğa arasındaki sınırın boşlukta süzülmeye başladığını ve sonunda silinip gittiğini görerek öyle bir ruhla tanışırız ki, gözümüzün retina tabakasında oluşan imgeler dış etkilerden mi, yoksa iç etkilerden mi kaynaklandığı bilemez duruma geliriz. Başka hiçbir alıştırmaları rastlanmayacak kadar basit ve kolay yoldan, bizim ne ölçüde yaratıcı sayılacağımızı, dünyanın yaratılış sürecinde ruhumuzun nasıl durup dinlenmeden rol oynadığını görürüz. Daha doğrusu, gerek kendi içimizde gerek doğada aynı bölünmez Tanrısallık etkinliğini sürdürür. Dış dünya batıp gitse bile, bizlerden biri çıkıp onu yeniden kurabilir çünkü dağ ve ırmak, ağaç ve yaprak, kök ve çiçek, doğada şekillenmiş ne varsa hepsinin örnekleri bizim kendi içimizdedir, bizim ruhumuzdan kaynaklanmaktadır hepsi ve bu ruhun özü sonsuzluktur; biz tanımayız bu özü ama biz onu tanımasam da, söz konusu öz, sevgi gücü ve yaratıcı güç kimliğinde kendini açığa vurur.