belki de her zaman adımlarımı geriye doğru takip etmeye çalışıyorum; hayat denen karşı yakaya giden vapuru rıhtımın yanlış tarafında oyalanarak kaçırdığım ya da talihsizce yanlış vapura bindiğim anı bulmaya çalışıyorum.
onun için mücadele etmedim, o da etmeyeceğimi biliyordu zaten. belki de ona aşık olduğuma inanmak istedim ama olmadığından korktum, hissetmediğim duygularla yüzleşmektense Londra'daki Araf'ımızda kalmayı tercih ettim. belki de şüpheyi bilgiye yeğledim.
mesele yeni birilerinin büyüsünün hep çok çabuk sönmesi. sahip olamayacağımız insanları istiyoruz. hayatımızda iz bırakanlar ya bir noktada yitirdiğimiz ya da varlığımızın farkında bile olmayan kişiler. diğerleri olsa olsa yankı yapıyor.
seni yakından tanımak nasıl bir şey acaba? diye sormak istedim. komik, neşeli, şakacı mısın yoksa damarlarında akan kan seni karamsarlaştırıp, hırçınlaştırıp yüzüne gölge mi düşürüyor, o tebessümün ve yeşil gözlerin vaat ettiği kahkahaları mı susturuyor?
Korku bu: Önemli bir şeyimi kaybetmiştim, bulamıyordum ve ona ihtiyacım vardı. Birinin gözlüğünü kaybetmesi, gözlükçüye gitmesi ve ona dünyada hiç gözlük kalmadığının, gözlüksüz idare etmek zorunda olduğunun söylenmesi gibi bir korkuydu
"François Rabelais. Bir şairdi. Ve son sözleri, 'Büyük Belki'yi aramaya gidiyorum' olmuş. Bu yüzden gidiyorum. Böylece Büyük Belki'yi aramak için ölene kadar beklemek zorunda kalmam"