Gerçekten eğer din ancak ruhu açısından insanlığın duygu ve kalbine egemen olmakla kalsaydı, hiç şüphesiz ki bilimin alanına asla girmeyecekti; belki de yüzyıllarca insanlığın kafasını yoran dini bilime, yahut bilimi dine egemen kılmak ve sonunda ikisi arasındaki kavgayı bir anlaşma ile bitirmek sorunu bugün var olmayacaktı. O zaman birçok dimağlar, din hakkında serinkanla düşünecekler, dinlerin ilahiyatçıların şan ve şereflerini sağlamak için değil, aksine insanların bazı duyguya ve kalbe ilişkin gereksinimlerini gidermek için vücuda gelmiş kuruluşlar olduğunu görecekler ve bu gereksinimler başka bir yoldan giderilinceye kadar insan toplumlarının en önemli kurumlarından biri olarak dinin kalımlı olacağına inanacaklardı. Fakat güç elde etmek isteyen her kurum gibi din de bu duygu ve kalp alanından çıkarak insanların düşünüşü, gündelik yaşamı, toplumun yasaları üzerine de egemen olmaya başlayınca karşısında aklı ve sonra da deney ve gözlemi bulmuş, yani önce felsefe ve sonra da bilimle çatışmıştır.