İsviçre’de bir lisede antik diller öğretmeni olarak çalışan Raimund Gregorius bir gün okula giden köprüden geçerken yabancı bir kadınla karşılaşır. Gizemli kadına yardım eder ve ondan duyduğu Português sözcüğünün ritminden çok etkilenir. Aynı gün tam otuz yıl boyunca bulunduğu lisedeki dersi sırasında sınıftan çıkar ve hakkında hiçbir şey bilmediği Portekizli bir yazar-doktorun izini sürmek için gece treniyle Lizbon’a gider.
Kitapta bundan sonra, sözlerin kuyumcusu olarak nitelendirilen Amadeu Prado’nun yaşam, ölüm, aşk, yalnızlık ile ilgili yazdığı felsefi yazılarla, Gregorius’un Prado’nun izinde yaptığı araştırmalar bir bütün halinde ilerliyor. Gregorius bir bakıma Prado’ya dönüştükçe kendi içinde de bir içsel yolculuğa çıkıyor.
Kitaptaki her bir karakter çok güzel işlenmişti. Kapılar açıldıkça her birisi farklı birer dünyaya çıktı.
Bu sırada ben de Gregorius’un dil öğrenme yeteneğine gıpta ettim ve kitap bende dilini bile bilmediğim bir ülkede yaşama isteği uyandırdı.
Lizbon’a Gece Treni başlangıçta, birçok ülkede çok satanlar listesinde olması nedeniyle önyargıyla yaklaştığım ancak ne mutlu ki tamamıyla haksız çıktığım, dolu dolu ve bütünüyle tatmin edici bir kitap. Bitmesin diye yavaş yavaş okuduğum, her anını çok sevdiğim bir okuma süreci oldu. İçtenlikle, okunması gereken kitaplar arasında ilk sıralara yerleştiriyorum.