"Benim çocukluğumda aşure bir tören havası ile pişirilir, muhakkak aşurenin "gelin olması" gerekirdi, "Anuş abur" deriz biz ona, yani tatlı çorba. Buğday ilk haşlandıktan sonra yoğurt yapar gibi bezlere, havlulara, elbiselere, çarşaflara sarılır, evin başköşesine, sedirin köşesine konurdu, hepimiz onun üstüne birer giysimizi koyardık, "üşümesin gelin" diye. Gelindi çünkü o, sabaha kadar ılık kalır, buğday özünü verir, sonra içine şekeri ve diğer malzemeleri konur, pişirilirdi."
Bütün dinlerde ölenin arkasından benzer şekilde yapılan bütün bu toplu dualar, mevlitler, birlikte yenilen yemekler dünyadaki hayatın hep devam etmekte olduğu gerçeğini geride kalanların yüzlerine çarpıyor âdeta.
Bakkal dükkânları o yaşa gelmiş kız ya da erkek çocukların anne babalarının izniyle ilk alışverişe gittikleri, ilk harçlıklarını şekere, çiklete dönüştürdükleri, parayla neler yapılabileceğini ilk fark ettikleri yerlerdi.
Sera ürünlerinin, ithal sebze meyvenin olmadığı zamanlarda ne pişirileceğine, ne yenip ne yenmeyeceğine Tabiat Ana kararını mevsimleri aracılığıyla verir, işaretini satıcılarla yollarmış hep.
Boza da İstanbul'a ilk Arnavutluk'tan gelen ve İstanbul ağız tadına eklemlenen bir lezzet. Başlangıcı Eski Mısır'a kadar dayanıyor. Darıdan yapılan bu içeceğin tatlısı da var, adına mırmırık denilen ekşisi de var. Mırmırık daha uzun süre mayalanmış olduğundan biraz alkollü oluyor. Tabii bu özelliği bilindiğinden Osmanlı'nın sıkı içki yasakları döneminde özellikle yeniçeriler arasında çok rağbet görmüş. Siz yine de bozayı fazla içmeyin, neme lazım...
Uskumru dolmasının eski İstanbul'da diğer bir adı da "unutma beni dolması" imiş. Ramazan ayı süresince kapalı olan meyhaneler, bayram yaklaşınca bir yandan temizlik ve hazırlıklara girişir, diğer yandan devamlı müşterilerine yeniden kavuşacakları güzel günlerin habercisi olarak çırakları ile uskumru dolması yollarlarmış. Böylece normal zamanda çoğu zaman meze olarak yenilen uskumru dolması, eninde sonunda bir dolma olduğundan, Ramazan'ın son günlerinde akşamcıların iftar sofralarında, Allah bilir ne gibi çağrışımlarla yerini alırmış.
Ramazan (Şeker) Bayramı'ndan iki ay on gün sonra kutlanan Kurban Bayramı ise gelişini, sokaklarda sürüler halinde dolaştırılan satılık kurbanlıklar, evlerin bahçelerinden gelen yanık melemeler sonucu İstanbul'un "pastoral" bir havaya bürünmesi ile belli ederdi.