Küçük bir kız çocuğu, geminin arkasında dönen pervanenin oluşturduğu köpüklere bakıyordu büyük bir ilgiyle... Birden; "Anne!" Diye bağırdı. Eliyle köpükleri göstererek; "Bunlar ne?" Diye sordu. Annesi biraz düşündükten sonra; "Ha, onlar mı?... Balıklar çamaşır yıkıyor da ondan çocuğum!" dedi. Çocuk birden gülümsemeye başladı mutluluktan... Çünkü o anda kafasını karıştıran o büyük sorusuna bir "efsane" aracılığıyla yanıt bulmuş, rahatlamıştı.
... kıtalar ve denizler tanrısı Poseydon; dünyamızın gizemlerini çözmeye kalkmak gibi iyileştirilemez bir hastalığı olduğunu bildiği insan denen o tuhaf yaratıkların, bir gün kalkıp o uçsuz bucaksız enginlere açılacaklarından, kendi egemenliği altındaki denizleri ve kıtaları zaptetmeye kalkacaklarından kuşku duymuyordu. Bunu engellemek için de doğan çocuklarını her zaman çok güçlü devlere dönüştürüyor ve uzak denizlerle karaların fethine kalkışacak o meraklı yaratıkları çiğ çiğ yemeleri için, onları dünyamızın çeşitli limanlarına bekçi olarak yerleştiriyordu...
Akdeniz coğrafyasındaki bütün bitkiler, özellikle ağaçlar, insan gibi canlı varlıklar olarak algılandı hep... Çünkü onların gövdelerinde ve yapraklarında, Driyadlar denen peri kızları yaşardı. O yüzden insanlar gibi aşkları, sevinçleri ve gözyaşları olan ağaçların ve büyük ormanların bol olduğu Akdeniz ülkeleri; bütün canlılarda var olan yaşama sevincini dillendiren tiyatrolar ve stadyumlarla dolup taşıyordu...
"Savaştan savaşa koşmak, insanları boğup onları talanlamak, taht ve tapınaklar kurmak yerine, bir zamanlar beni besleyen ve kurtaran güvercinler gibi, Mezopotamya'daki acılı halkın bir güvercini olabilseydim keşke!" diye hayıflandı içi yana yana...
Odisseus'un uzak karalara ve denizlere açılması; oraların gizemlerini çözmeye kalkması, aslında insanoğlunun özgürleşip bilim yoluyla evreni fethetmesi bağlamında, sözde tanrı dayatmalarına karşı giriştiği bir başkaldırıdan başka bir şey değildi...
Gene bir gece Herakles, derin derin uyuyan Hera'nın memelerine yumuldu bütün acıkmışlığıyla... Öylesine sıkı emmeye başladı ki, canı yanan tanrıça bebeği kaptığı gibi yatağın ta ötelerine doğru savurup attı... Ne var ki memelerinden durmadan püsküren süt, dünyanın o yöresindeki yıldızlar üstüne aralıksız yağmaya başladı. Ve bu süt yağmurlarıyla ıslanıp ağırlaşan yıldızlar, gecenin serinliğinde üşüyüp titreşerekten birbirlerine sokulmaya başladılar. Böylece birbirlerine iyice sokulup büzüşen yıldızlar, gökyüzünde upuzun, pırıltılı ve dumanlı bir yol oluşturdular. Bir gecede oluşan ve bizim "samanyolu" dediğimiz bu sisli kuşağa artık Avrupa dillerinde "sütlü yol" denmeye başlandı.
Dağlarda bayırlarda yalnız başına gezip tozan, gönlünce ezgiler söyleyen güzeller güzeli bir orman perisiydi Eko...
Bu güzel perikızı, şerrinden ürktüğü Baştanrı Zeus'un yeryüzündeki kaçamak aşk serüvenlerine birkaç kez yardımcı olmak zorunda kaldı... Zeus'un karısı tanrıça Hera bunu öğrenince de öfkeden küplere bindi ve ceza olarak Eko'nun dilini kestirdi! O yüzden de zavallı perikızı artık şarkı söyleyemez, kimselerle konuşamaz oldu... Karşısında konuşan birinin yalnızca son sözcüğünü tekrarlayabilen bir çeşit "yankı"ya dönüştü. Zaten "Eko" adı da "yankı" anlamına geliyordu...
Gökyüzündeki yıldızlar çoktan çekip gitmişlerdi uykularına... Yalnızca Şafak tanrıçası gül parmaklı Eos kalmıştı ortalıkta. O da yeri, göğü ve de denizleri habire kızıla, maviye, safran sarısına boyuyordu acele acele...