Abdülkerim Suruş
1945 yılında, Tahran'da doğdu. İran'da Eczacılık okudu. Daha sonra, Londra'da Analitik Kimya konulu yüksek lisans eğitimini tamamladı. Bundan sonra, bütün yaşamını tarih ve bilim felsefesi çalışmalarına adadı. Devrim'den sonra İran'a döndü. Ayetullah Humeyni tarafından üniversitelerin müfredatlarını elden geçirmek üzere oluşturulan, Kültürel Devrim Enstitüsü'ne atandı. Rejimle olan ilişkisi, mollaların eğitimin her alanına hükmetme kararlılığından dolayı açıldı. 1983 yılında, İmam Humeyni'ye istifasını sundu. İstifasını sunduktan sonra, rejime karşı eleştirileri sürekli olarak sertleşti. 1990'lı yıllarda '' Kiyan'' adlı aylık dergiyi çıkarttı. Suruş; dinî çoğulculuk, hermenötik, hoşgörü, molla rejimi ve ruhbanlık gibi konularda makalelerini yayımladı. 1998 yılında dergi kapatıldığı için, Suruş işini kaybetti. 2000 yılından sonra, İran dışında dersler vermeye başladı. Suruş; Harvard, Yale ve Princeton gibi Amerikan üniversitelerinin yanı sıra Almanya'da Wissenschaftkolleg'de ve Hollanda'da Amsterdam Üniversitesi'nde görev yaptı. Suruş; din ve dinin bilgisinin iki ayrı şey olduğunu, dinin kutsallığına karşın din bilgisinin insani ve eksik olduğunu yazılarında vurguladı. Yazar; akademisyenliğinin yanı sıra Mevlana Celaleddin-i Rumî'ye olan hayranlığıyla da tanınmakta.
Ya savaşım vermek mümkün değildir, veya eğer savaşım sözkonusuysa ve bir görevse (farize) , bir güvencenin olması ve kimsenin gönlünde çekilen sıkıntıların boşa gideceğine dair herhangi bir korkunun bulunmaması gerekmektedir. Bu ise sadece yıkılması mümkün olmayan ve kendisine tevekkül edilince sıkıntıların pahasını ödeyen, kendisine dayanılınca ve kendisi için savaşım verilince her zaman için sonuca ulaşılmasına imkan sağlayan birine tevekkül etmekle mümkün olabilir.
Müminlerin Emiri Ali'nin güzel bir sözü vardır; diyor ki: «Şüpheye, hakka şebahet (benzerlik) taşıdığı için şüphe diyorlar. Eğer hakkı batıla karışmaktan korursak kimse için herhangi bir şüphe söz konusu olmayacaktır. Yani herkes hakkı tanıyacak ve benimseyecektir. Gene eğer şüpheli sözü hakka karışmaktan Uzak tutarsak herkesçe o sözün doğru olmadığı anlaşılmış olacaktır. Ama genellikle ondan bir bölüm şundan bir bölüm alınmakta ve bunlar birbirine karılmaktadır. Doğru yolun deneyimsiz kişi için güçlüklerle dolu olmasının sebebi işte budur.
Dünya-görüşü, davranış şeklini ve ideolojik alanı sınırlar. İdeolojiyi doğurmaz ama onu sınırlar. Başka bir söyleyişle, eğer belirli bir dünya-görüşünüz varsa artık canınızın istediği her ideolojiyi benimseyemezsiniz. Dünya-görüşü size dolaysız bir şekilde bir ideoloji vermez ama size hangi ideolojileri seçemeyeceğinizi söyleyebilir. Etkisi olumlu yönde değil, olumsuz yöndedir. Doğurmaz, ama yönlendirir. Olumlu ve kabul edilebilir ideolojileri gösterir ve kabul edilemez olanları dışarda tutar.
İdeoloji kelimesinin acıklı bir alınyazısı vardır. Bu kelime ilk ortaya çıktığı sıralarda (onsekizinci yüzyılın sonlarında Fransa'da) rahatsız edici bir anlama sahipti ve birinin uygunsuz bir işle ilgisi olduğu ima edilmek istendiğinde bu kelimeden yararlanılıyordu. İdeoloji, günümüz toplumunda felsefe ve şiirin sahip olduğuna benzer bir anlama geliyordu bir oranda. Biri anlamsız bir söz söylediğinde ve karşısındaki ona cevap vermek istemediği, ama cevap vermemiş olarak görünmek de istemediği zamanlar da, «Şiir söylüyor.» veya «Felsefe örüyor.» der. İşte ideoloji kelimesinin başına da Napolyon (s) zamanın da aynı iş geldi. Napolyon'un, ilk zamanlarda bir grup ideologa ihtiyacı vardı; ama daha sonra ideologların görüşleriyle onun kanıları birbirini tutmayınca ideolog kelimesine kötü bir anlam yüklendi. O tarihten sonra da, biri anlamsız bir laf ettiğinde veya kimsenin anlamadığı tumturaklı sözler söylediğinde, "Kendileri ideologturlar" yani "Fildişi kulelerine çekilmişler ve toplumun işine yaramayan sözler örüyorlar." demeye başladılar. İdeolojiyi "çağların aldatmacası" olarak isimlendiren Marks da bir oranda bu görüşü yansıtmaktadır
İlk inceleme kitabımın bu olmasını özenle seçtim diyebilirim. Bu kitapta " Var olan " larla " Gerekir" lerin birbirinden apayrı şeyler olduğunu, yani başka bir deyişle Allah ın var olup olmaması, Kader, Kıyamet, İnanç gibi olguların " Var olan " grubunda yer aldığını; Namaz kılmak, ibadet etmek, dünyaya dair
Değişim ve Başkalaşım
Yatışmaz Bir Yapıyı Anlamak
𖥸 𖥸 𖥸
Metnin tamamı bir süre sonra yayınlanacak!
𖥸 𖥸 𖥸
Akıl yardımıyla duyumsanan veya duygu yardımıyla akla sığdırılan hareketlilik; değişim ve başkalaşımın dinamik hâlleridir. Bu hâllerin evren ve zaman özelinde anlama ve yorumunu 16. ve 17. yüzyıllarda İran havzasında yetişmiş büyük Âlim Sadruddin-i Muhammed Şirazî (Molla Sadra 1571 – 1641), geliştirmiş olduğu “Hareket-i Cevherî” kuramını ortaya çıkartmaktadır. Bu kuramı Abdülkerim Surûş (Hüseyin Hacı Ferec Debbağ) çağdaş bir yorum ve esasları açıklama yolunda bir gayretin ifadesini Hüseyin Hatemî çevirisiyle “Evrenin Yatışmaz Yapısı” kitabını yazmıştır.
Kitabın Künyesi: Abdülkerim Surûş, Evrenin Yatışmaz Yapısı, çev. Prof. Hüseyin Hatemî, İnsan Yayınları – 6, Düşünce Dizisi – 2, 1. Baskı 1984 İstanbul, 143 sayfa.
Yunus Özdemir
Hayatımın kitabı diyebilirim. Okuduğumda çok etkilenmiştim Özellikle şimdi alıntıladiğim pasajdan "“Öyle insanlar tanırız ki dünyaları yaşadıkları mahallenin sınırlarını aşamaz. Onları meşgul eden, etkileyen, tasalandıran, zihinlerini kurcalayan; yalnızca mahallelerinde olup bitenlerdir. Hayatta olmayı, canlı olmayı yaşamakla eş anlamlı sayarsak yanılgıya düşüyoruz demektir. Her birimiz kendimiz için kurup düzenlediğimiz bir dünyada yaşıyoruz Herkes de kendisi için kurup çattığı ve içinde yaşadığı dünyanın niteliğine göre diğerinden farklı, başka bir insandır. İnsanlar arasındaki farklılıklar, görüş ayrılıkları yaşadıkları dünyaların farklılıklarındandır. Belki insanların sayınsınca evren vardır.” / Biz Hangi Dünyada Yaşıyoruz. Abdülkerim Süruş, Seçkin yayıncılık. s.11