Gündüz gibi bir mehtap avluyu aydınlatıyordu. Kezban, Yörük Hoca, dış çite kadar misafirleri teşyi ettiler. Dönerlerken Kezban ahıra uğramak için ayrıldı. Babası:
Yarın kasabaya gideceğim! Atı erken hazırla!
dedi.
- Niye gideceksin?
- Şu Eseoğlu'ndan benim parayı istemeye! - Pekalâ...
İhtiyar durdu, iri, güzel kızının gidişine baktı. Gayrı ihtiyârî: - - Ah, şu bir erkek olsaydı!
diye içini çekti. Kezban döndü:
Bir şey mi dedin ki baba? - Yok, bir şey demedim.
Fakat Kezban, onun dediğini, onun niçin ah ettiğini duymuştu. Evet, erkek olsaydı, erkek olsaydı... Gözünün önüne çamlı dağlar, karlı yollar, hainlerin, hırsızların, namussuzların, zalimlerin murdar çamurlara, kanlara bulanmış ölüleri geldi! Ah erkek olsaydı... Fakat, işte kızdı! Erkek olmanın çaresi yoktu. Düşüne düşüne ahıra girdi. Atın önüne ot koydu. Eşek köşeye tıkılmıştı. Onu çekti çıkardı. Sonra eve girdi. Babası odasına çekilmiş, yatmıştı. O yatağını serdiği sedirin kenarına oturdu. Gözlerini, ayın mavi ışığıyla etrafı gümüşlenen yüksek, çamlı dağlara dikti. Gece işittikleri birer birer zihninden geçiyordu. Kulakları çınlamaya başladı. Bülbüllerin sesini duymuyordu.
- Ah, erkek olsaydım!
dedi. Yatağına soyunmadan yüzükoyun uzandı. Sabaha kadar uyuyamadı.