Bu dünya bir satranç tahtasıymış, yaşayım iyi ya da kötü oynanan bir oyunmuş, böyle bir oyunun da birtakım kuralları varmış, benim pek umrumda değildi.
Yalnızlık senin için değil. Yalnızlık öldürür seni. Ya çok yukarılara bakıyorsun, ya çok aşağılara. Çok yukarılara çıkılmaz, azizim; çok aşağıları da ölü yapraklar.
Ölmüş, bitmiştim artık. Daha şimdi ancak uğursuz bir biçimde gelişmekte olan alın yazıma boyun eğmek kalıyordu. Alın yazımı ne değiştirmeye hakkım vardı, be de bir saat bile geciktirmeye gücüm.
Yaşayımım, birçok bağlardan kopmuştu; birçok yanlışlarla yıpranmıştı; artık bir tek tele bağlı kalmıştı ama, bu tel de, korkunç gerilmiş, eskisinden çok daha direnir bir hale gelmiş olduğu için, boğazımı sıkıp duruyordu.
Bizi alabildiğine mutlu eden güneşin artık ancak uzaktan uzağa, çöküşünün solukları arasında görünmek üzere ortadan silindiği gün bu bana bir uğursuzluk belirtisi gibi geldi, yüreğim sıkıldı.