Food and Travel Türkiye Dergisi

Food and Travel Türkiye - Sayı 1 dergisi
Dergi
8.6/10
15 Kişi
28
Okunma
5
Beğeni
1.555
Görüntülenme

Food and Travel Türkiye Dergisi Sözleri ve Alıntıları

Food and Travel Türkiye Dergisi sözleri ve alıntılarını, Food and Travel Türkiye Dergisi kitap alıntılarını, Food and Travel Türkiye Dergisi en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
KARİA YOLU’nda çiçekler arasında Efsanevi Karia kentlerinin izini süren bu muhteşem yolun uzunluğu, 820 kilometreyi aşıyor. Adını, MÖ 2’nci bin yılın sonlarından itibaren Büyük Menderes Nehri ile Dalaman Çayı arasındaki bölgede hüküm süren Karia Uygarlığı’ndanalan yolun büyük kısmı, Aydın ile Muğla şehirleri arasında uzanıyor. Güney Ege’nin birbirinden güzel plajlarını, köylerini, ormanlarını ve gizemli patikalarını buluşturan güzergâh, şu sıralar en güzel günlerini yaşıyor. Karpuzlu ilçesi yakınlarındaki Alinda antik kentinden başlayan yolun önemli duraklarından biri, kuş cenneti Bafa Gölü. Gizemli adacıklarıyla dikkat çeken gölün kıyısındaki Herakleia Antik Kenti de keşfedilmeye değer. “Latmos’un dansçıları” denilen 8 bin 500 yıllık duvar resimleri ise Beşparmak Dağları’nda gizli. Rotalardan bir diğerinin geçtiği Milas’ın güneyindeki Peçin Kalesi, 14’üncü yüzyıldan kalma yüzlerce yapı saklıyor. Ayrıca mavi yolculukların gözde adresi Gökova Körfezi’nin doğu kıyılarını izleyen yolun devamı, iki güzel yarımadayı buluşturuyor. Datça Yarımadası, Knidos’a kadar; Bozburun ise Loryma’ya kadar uzanıyor.
AHLAT Bitlis’in dünya kültür mirası adayı ilçesi Ahlat, taştan yapılmış kilimleri andıran dev anıt taşlarıyla Anadolu’nun orhun Abideleri’ne ev sahipliği yapıyor. “Ahlat Denizi” olarak da anılan van Gölü’nde avladıkları balıklardan Ahlat’a tarih boyunca önemli bir gelir elde edildiğini biliyoruz. Urartulardan Osmanlılara kadar pek çok uygarlığa
Reklam
Ağrı’dan Doğubayazıt’a 1829 yılında ilk kez karşılaştığı Ağrı Dağı’na hayranlıkla bakan ünlü Rus Şair Puşkin şöyle demiş: “Efsanevi dağa var gücümle baktım”. Halk ozanlarının söylenceler düzdüğü dağ, kendisine var güçle bakılmasını hak ediyor gerçekten de… Çünkü burası Yaşar Kemal’in “Ağrı Dağı Efsanesi” adlı kitabında anlattığı gibi aşka ve inanca bolca konu olan yerlerden biri. Bu görkemli dağ, Hristiyanlar tarafından da kutsal kabul ediliyor. Ayrıca bölgenin, Mem ile zin, Kerem ile Aslı, Siyabend ile Hace gibi Anadolu kültüründe önemli bir yere sahip olmuş pek çok aşk hikâyesine de hayat verdiği biliniyor. Ağrı Dağı ile Doğubayazıt arasındaki sulak alanlar, kuş gözlemcileri için gerçek bir hazine. Tendürek dağlarından gelen akarsularla beslenen bu alanlarda çayır delicesi, erguvani, balıkçıl, boz ördek ve kızıl gaga başta olmak üzere onlarca kuş türüyle tanışmak mümkün. Bu muhteşem dağı fotoğrafladıktan sonra, İshak Paşa Sarayı’nın yolunu tutuyoruz. Dev volkanik kütleleriyle çevrelenen saray, Doğubayazıt’taki ıssız bir platonun kıyısında masalsı bir zarafetle yükseliyor. 1685 tarihinde Çolak Abdi Paşa’nın girişimleriyle yapımına başlanan sarayın tamamlanması tam 99 yıl sürmüş. Osmanlı ve Selçuklu mimarisinin eşsiz bir sentezini sergileyen saray, 7 bin 600 metrekarelik bir alan üzerine kurulmuş. Sarayın çevresi ise bir açık hava müzesi gibi: Urartu Kalesi, Eski Bayazıt Cami, Ahmedi Hani Türbesi, Keşişin Bahçesi… Her biri ziyaretçilerini bekliyor.
Çomakdağ Eskiye sadakat Zamanın yarım asır öncede donup kaldığı, derin sessizliğin sadece horoz ve traktör sesleriyle bölündüğü, çocukluğumuzda kalmış köy manzaralarına ev sahipliği yapan Çomakdağ’da uzun yürüyüşlere çıkmak, kent yorgunları için bulunmaz bir dinlencelik. Taş döşeli köy sokaklarında yürürken herkes “hoş geldiniz!” diye sesleniyor buralarda. Hangi eve konuk olsak acaba? Güzel gözlü, sırma saçlı kızlarını nazlı nazlı yetiştirmiş, güler yüzlü ve konuksever Tenzile Abla’ya mı uğrasak? Yoksa para kazanma hırsıyla büyük şehrin yolunu tutan oğlunun hasretiyle yüklü Fatma Teyze’ye mi? Ne fark eder ki bütün evlerin kapısı açık bize. Yokuşlu köy yolundan çıkarken, hangi kapıda dursak o ev bizim evimiz. Köy kadınlarının gelinlik genç kızlara, asker yolu gözleyenlere, gurbete çıkacaklara nasihatler verdiği yer kapı önleri. Kadınların, genç kızların, hatta kız çocuklarının bile gün doğarken, “harım”a, yani tarlaya gitmesi âdetten. Zeytincilik, elbette en önemli geçim kaynakları, ama sonbahar aylarında Söke ovası’na mevsimlik işçi olarak giden de az değil. Kadınlar tarlalara el ayak çekti mi, derin bir sessizliğe bürünüyor köy sokakları. Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi burada da yaz aylarında serin yaylalara çıkmak eski bir gelenek. Antik çağlardan kalma harabelerin görüldüğü Çomakdağ’ın yüksek kesimlerindeki taş yayla evleri, kavurucu yaz güneşinden koruyor sahiplerini. Bir zamanlar antik Karia Uygarlığı’na hayat veren buz gibi kaynak suları, ısınmasın diye toprak testilerde saklanıyor. Yemek pişirmek için odun ateşinin kora dönüşmesi bekleniyor hâlâ, asırlardır olduğu gibi…
ULUDAĞ’DA KARLA KAPLI ORMANLARI İZLEYİN Yıllar geçse de modası geçmeyen bir kayak cenneti olan Uludağ, adını Bursa’nın güneybatısında yükselen 2 bin 543 metre yükseklikteki zirveden almış. Şehir merkezine 35 kilometre uzaklıktaki kayak merkezi, Türkiye’nin en deneyimli kış turizm bölgesi aynı zamanda. 1940’lı yıllarda turizme kapılarını açan merkez, dünya standartlarında kayak pistleri, modern mekanik tesisleri, lüks otelleri ve hareketli yaşamıyla cazibeli bir kış adresi. Fatintepe ve Kuşaklıkaya isimlerinde iki tepe üzerine kurulan merkez, millî park statüsüyle koruma altına alınmış 11 bin 338 hektarlık alana yayılıyor. ormanlarla çevrili merkezin deniz seviyesinden en düşük noktası bin 750,en yüksek yeri ise 2 bin 435 metre yükseklikte. Otellerin konumlandığı alan ise 2 binli metrelerde bulunuyor. Bölgede geniş arazi yapısının avantajıyla Alp disiplini, snowboard ve cross country dâhil olmak üzere hemen her türlü kış sporunu yapmak mümkün. Kayak pistleri, güney ve güneybatı yönlü rüzgârların etkisi altında kalabiliyor.
GARUM HER YEMEĞİN ÇEŞNİSİDİR İlk kez nerede ve nasıl ortaya çıktığı üzerine yaptığım araştırmalarda yeterli veri elde edemesem de iki varsayımım var bu konuda: Ya balıkçılar temizledikleri balık bağırsakları ve balık kanını bir dolia (geniş toprak kap) içerisinde unuttular; dolia deniz suyu ile doldu ve zamanla basit bir garum meydana geldi. Ya da antik çağda yaşayan deli - dahi bilim insanları, tüm enzim ve fermantasyon bilgilerini kullanarak atıklardan böylesine efsane bir ürün elde etti. Belki de olaya biraz kutsiyet atfedip Eski Romalı Şair Marcus valerius Martialis gibi garuma, “tanrının bir armağanı” da diyebiliriz. Neticede “Mısır piramitlerini de uzaylılar yaptı” diyenler var. Hangisine inanmayı seçersek… Garum yapımı için dönemsel ve yerel değişkenlikler sebebiyle farklı tarifler geliştirilmiş olsa da hepsinin ortak noktası, balık artıkları ve tuzdu. Uzun süreli tüketim için tuzlanan veya tütsülenen balıkların artıkları ilk iş olarak ayrılır ve tuz ile birleştirilerek garum kurulurdu. Tatlı su balıklarından garum yapılmazdı. Özellikle tuzlu su balıkları seçilirdi ki bunun sebebini bugünkü bilgilerimiz ile açıklamak oldukça kolay. Tuzlu su balıklarının bağırsaklarındaki sindirim enzimleri ve bakterileri tuza dayanıklıdır. Bu sebeple tuz eklendiğinde hem enzimler çalışabiliyor hem de bakteriler proteolitik aktiviteye yardımcı olabiliyordu. Bu sayede garumun mikrobiyel aktivitesi kontrol altında tutuluyor ve bozulma yaşanmıyordu.
Reklam
60 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.