Deneysel edebiyat alanında eser veren yazar, özellikle "oyun" kavramına vurgu yapmaktadır. Oulipo akımının Türkiye'deki temsilcilerindendir.
1972 yılında İstanbul’da doğdu. Hevesle başladığı öğrenim hayatının daha ilk günlerinde okuldan atılma tehdidiyle karşı karşıya kaldı: Yüzer adet yatay, dikey, sağa ve sola yatık çizgi çizmeyi ve kuru fasulye getirmeyi reddettiği için uyumsuzluğuna hükmedildi. Hatırlı kişilerin aracılığıyla okul müdürü ikna edilerek okula devam edebildi. Ama bu travmadan sonra bir daha defter tutmadığı için el yazısı okunaksız kaldı. Akademik hayatındaki bu kötü başlangıcın etkisinden hiçbir zaman kurtulamadı. Orta ikide zihnen ayrıldı. Kısa bir süre breakdance ve electricboogie etkisinde kalsa da Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nin yarattığı şokla “özüne” dönmeyi başarıp tez elden memleketi kurtarma çalışmalarına girişti. İşçi sınıfına yakın olabilmek adına türlü çeşitli işlerde çalıştı. 1992 yılında ihtilalcilikten erken emekliliğini isteyip bilgi sosyolojisi çalışmalarına başladı. İşin içinden çıkamayınca, çalışmalarını anlambilim, göstergebilim ve dilbilim alanına kaydırdı. Buralardan da bir sonuç elde edemeyince ontoloji ve epistemolojide karar kıldı. Kafası iyice karıştı ve hâla toparlamaya çalışıyor. İlk kitabı Katakofti 2009 yılında Simurg Yayınları’ndan çıktı.
Aslında hepimiz kendi taş hücrelerimizin mahpuslarıymışız da, kendi bulmacalarımızı kurup çözüyormuşuz desek, büyük laf mı etmiş oluruz? Varsın olsun! Bu kadar kalem ameleliğine bir de büyük laf edelim, şuncağız.
Uzatmaya gerek yok: Hepsi uydurmaydı. Gerçeklik arayanlar gazetelere baksın! Ama sadece üçüncü sayfalarına: Yoksa geri kalanı bizimkinden de beter kurmaca!
Uzatmaya gerek yok: Hepsi uydurmaydı. Gerçeklik arayanlar gazetelere baksın! Ama sadece üçüncü sayfalarına: Yoksa geri kalanı bizimkinden de beter kurmaca!
Ah, her illetin bir çaresi bulunur da buna kim ne yapsın! Beni ben, seni de sen yapan nedir ki hatıralarımızdan gayri? Yoksa hüviyet dediğin ne ola? ''Geçmişi olmayan adam'': Ne de fiyakalı bir roman adı olurdu.
Gökdemir İhsan'ın eserini nihayet okuyabildim ve yeniden dil ormanlarında buldum kendimi: anlamakta zorlandığımız, kaybettiğimiz bir dilin kelimeleriyle yazılmış bu eser, konusuyla olduğu kadar okunurken de o zorluğu ve lezzeti beraber yaşatıyor insana. Katakofti, adında belirtildiği üzere muammalarla, bulmacalarla, gerçek mi yalan mı
Kitap ya da film; bitirdiğimde “vayy be” dedirtiyorsa benim için güzeldir o kurgu. Bu kitap da tam olarak bunu dedirtti. Bir diğer hissettiğimse kurgunun bize sunduğu sonsuz imkan… Kitaptaki ilk 3 mektup “muamma” kelimesinin hakkını vermiş. Oldukça eğlenceli bir şekilde merak ederek geçiyorsunuz bir kurmacadan öbürüne. Sonraki mektuplarla kurgunun muamması daha da artıyor. Okuyucu ise azim bir keyif alıyor doğrusu. Son hikaye diye hüzünlü bir merakla sayfayı çevirdiğimde ise dümura uğruyor, sayfaya bakakalıyorum. Edebiyatla, kurmacayla güzel bir şey söylenir mi, gözüne batırmadan ders verilir mi, cevabını buluyorum.
Kitap ayrıca bizi “eskimez Türkçe”mizle zor ama eğlenceli bir yolculuğa da çıkarıyor. Sanki kurgunun yanında anlamda da bir “muamma” oluşturmak istemiş yazar. Yani her şeyi anlamak için zorlamamalı, tadını almaya bakmalı bu dilin.
Velhasıl mektuplarla inşa edilmiş bir kurmaca, bulmacayla örülü bir muamma yahut keyifli bir kurgu okumak isterseniz gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim bir eserdir.
Hadi bir de alıntıyla bitireyim:
Kafasını karıştırmayı becerebildiklerimizden, yine de kendilerine hoşça bakmalarını dileyip, ahiren Gâlib’i yad edelim:
“Tedbirini terk eyle takdir Hudâ’nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
Birdenbire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devran olalı devran erbab-ı safânındır.”
Bu kitap şimdiye kadar okuduğum en ilginç hikaye kitaplarından birisi. Sadece sıradan bir hikaye kitabı demesek, bulmaca desek daha doğru olur. Çünkü her bir hikayede çözmeniz gereken bir şeyler var. Küçük şifrelerden asıl muammayı çözmemizi istiyor yazar. Bu arada kitapta bilmediğim birçok isimle ve birkaç kitapla tanıştım; bunların (kitabı okurken sürekli bir araştırma halindeydim bir yandan da) bu isimlerin ve kitapların birbirleriyle ve konuyla işikilerini keşfetmek çok zevkli bir uğraştı. Yazarın uslubu -aynı Ömer Faruk Dönmez’de hissettiğim gibi- sıradışıydı. Yazar bazen yazarlığını bırakıp okuyucu oluyor bazen karakter değiştiriyor bunları takip etmek de çok zevkliydi. ‘’Bu hikaye benim için ziyadesiyle öğretici oldu. Aslında bize anlatılan hikayelerdeki her bir ayrıntı bambaşka bulmacaların birer parçasıymış da, onu halimize göre biz kurup bozuyormuşuz desek, büyük laf mı etmiş oluruz?’’ Yazardan devraldığım adet mucibince Gâlib’i mutaden yad ederim:
‘’Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen,
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen…’’
“Ey insan! Kendine gönül gözüyle hoşça bir bak ki, sen âlemin, yani yaratılanların özüsün ve sen kâinâtın göz bebeği olan âdemsin/insansın.”