"Ne yazık ki Türkiye toplumu bütün kesimleriyle demokrasiyi, çağdaşlığı, hele de bilimi dilinden düşürmeyen bir toplum olduğu halde, en yukarısından en aşağısına, aslında bunlara hiç itibar etmeyen bir toplumdur. Ne kadar ilginç ve ironik bir durum!.."
Padişahlarımızı isimlerinin sonuna "han", "ulemâ" ve mutasavvıflarımızı isimlerinin sonuna "hazretleri" eklemeden konuşmayan akademisyenlerimizi dinlerken hayretler içinde kalıyorum bu yüzden. Siz o isimlere bu unvanları eklediğinizde, eleştiri mantığıyla, eleştirel yaklaşımla bağınızı daha baştan koparıyorsunuz, o kişileri bir kutsallık ve eleştirmezlik duvarının içine yerleştiriyorsunuz demektir.
Türkiye’de tarihçiliğin ana karakteri ‘’Türkosantrik’’ olmasıdır. Dünyada sadece biz Türkler varmışız ve milletimiz, tarihimiz hatasız, kusursuz ve muhteşem tek tarihmiş gibi düşünülüyor; genel görünümü itibariyle Türk tarihine odaklanmış bir tarihçiliğimiz var. Kendi tarihimize eleştirel bakmak sapkınlık gibi görülüyor. Bu yüzden başka toplumların, hatta burnumuzun dibindeki komşularımızın tarihini ve kültürünü hiç merak edip incelememişizdir.
‘Bizim milletimiz tarihine taparcasına bağlı ve sadıktır. Ona laf söyletmez ama iş o tarihin bıraktığı eserleri korumaya gelince sanırım yeryüzündeki en hoyrat, en duyarsız ve en tahripkâr milletlerden birisidir.’
Sırası gelmişken fiş sistemini nasıl kullandığımı kısaca anlatayım. Üzerinde çalışmakta olduğum konuyla ilgili okumalar yaparken hangi makaleyi matbuu veya yazma kitabı okuyorsan ilgilendiğim kısmı özet olarak değil hangi dilde ise Arapça, Farsça, Osmanlı Türkçesi veya Batı Dilleri fişlerimi aynen geçerim. Çünkü daha sonra yine lazım olduğunda belki o kitaba veya makale ulaşmanız mümkün olmayabilir. Bu sebeple metni aynen kaydetmeniz çok yararlıdır.
Ortaçağ müelliflerinden Abbas bin Mansur El Hanbeli nin el Burhan Fi Akaidi Edyan isimli Arapça küçük kitabını hazırlama mı istedi (Muhammed Tanci Hoca). Ben bu kitabı her gün öğleden sonra Üsküdar'dan vapura binerek karşıya geçer kütüphaneye giderek istinsah ederdim. O dönemde dijital fotoğraf makineleri dünyada yok ama fotokopi bile nerede? Lakin inanır mısınız, bu şekilde çalışmanın da çok faydası var. Çünkü yazmayı öğreniyorsunuz. Bu çok önemlidir bence. Arapça olsun Farsça olsun Osmanlı Türkçesi olsun klasik metinleri yazarak öğrenmek insana çok şey kazandırıyor. Genç meslektaşlarda ben bunun eksik olduğunu görüyorum.
Bizim milletimiz tarihine taparcasına bağlı ve sadıktır, ona laf söyletmez ama iş o tarihin bıraktığı eserleri korumaya gelince sanırım yeryüzündeki en hoyrat, en duyarsız ve en tahripkâr milletlerden birisidir.
Aslında ben, şimdilerde çocukluk ve gençlik dönemini yaşayan nesillerin çocuğu olmadığım için kendimi şanslı hissediyorum. Çünkü bugünlerin nesli olsaydım, herhalde elimde cep telefonu, sabahtan akşama kadar onunla vakit geçiren biri olacaktım, elimden onu düşürmeyecektim. Ama benim neslim bugünkü çocukların bilmediği harika oyunlar oynadı, kitabı sevdi, kitap okumak en büyük zevkiydi. Birbirleriyle kitap değiş tokuşu yapar, elinde olmayan kitaplara o yolla erişir, okurdu. Kütüphanelere ders çalışmak için değil, kitap okumak için giderdi.
Sırpların başını çektiği bu ittifak, 1371'de Çirmen'de I.Murad tarafından ağır bir mağlubiyete uğratıldı. Bölgede Osmanlı hakimiyetinin tam anlamıyla tesis edilmesi anlamına gelen bu zafer neticesinde Türkler, Balkanlar'ın efendisi haline gelmişler, Sırp ve Bulgarlar gibi Bizans Devletini'de vasal devlet statüsüyle vergiye bağlamışlardı.
Ahi teşkilatı yüzyıllar boyunca İslam-Türk toplumunda sosyal dayanışmanın, birlik ve beraberliğin, iktisadi kalkınmanın, siyasi istikrarın en önemli unsurlarından biri olarak kabul edildi.
Bu hastalık muhafazakar, dindar akademyanın ve entelektüel kesiminde hastalığıdır. Onlar daha başka açıdan gözlerini ve kulaklarını bahsettiğim meselelere kapatırlar. Bu meselelere parmak basanları ise ya "oryantalist kafalı" ya "İslam-Türk düşmanlarının ekmeğine yağ süren gafil" ya da en azından "zındık" diye fısıltı gazetesinde dillendirirler. Onları değersizleştirmeye, yok saymaya çalışırlar. Fakat tuhaf şeydir, aynı şeyleri bir Batılı akademisyen veya entelektüelden duyduklarında yahut okuduklarında büyük ilgi gösterirler. Bu yüzdendir ki Türkiye'de bilim ve düşünce hayatı gelişemiyor. Hamasete prim vermeyen, ciddi, önemli problemleri parmak basan tartışan bilim ve düşünce adamları önemsenmiyor, okunmuyor, okunsa da ciddiye alınmıyor. Başka mazeret aramaya gerek yok bence. Çünkü bana göre başka mazeretler en sonda gelir.
Hamideddin Aksarayî Erdebil Tekkesi'nde seyr ü sülukunu tamamladıktan ve bir süre inziva hayatı yaşadıktan sonra, şeyhinin emriyle Bilâd-ı Rûm'a (Anadolu'ya) gelerek Bursa'ya yerleşti. Onun, Bursa'dayken, eşeğiyle ormandan odun getirip, bu odunlarla ekmek pişirdiği, bu ekmekleri sırtına yüklenip "somunlar, müminler" diyerek sokaklarda dolaşıp halka dağıttığına dair meşhur rivayet farklı kaynaklardan zikredilir. Nitekim, kendisine bu yüzden Etmekçi Koca/Somuncu Baba denildiği bilinmektedir. Rivayete göre, Şeyh Hamideddin'in pişirmiş olduğu somunlar halk tarafından kapışılırmış, ancak hiç kimse bu somunları pişirenin kim olduğu konusunda bir fikir sahibi değilmiş. Ne var ki, Yıldırım Beyazid, Bursa'da yaptırmış olduğu camiinin inşasını tamamlayıp açılış hutbesini damadı Emir Sultan'dan okumasını rica edince Şeyh Hamideddin'in sırrı açığa çıkmış.
Neşri'de, Yıldırım Bayezid'in çok şarap içen bir hükümdar olduğu konusu eleştirilirken, Ertuğrul Gazi'nin ''gayet dindar'' bir şahsiyet olduğunun, Osman Gazi, Orhan Gazi ve Murad Hüdavendigar'ın asla şarap içmediklerinin altı çizilir.