Helmuth von Moltke kitaplarını, Helmuth von Moltke sözleri ve alıntılarını, Helmuth von Moltke yazarlarını, Helmuth von Moltke yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
René Descartes , iyi kitaplar okumanın, bu kitapları kaleme alan geçmiş yüzyılların en kültürlü zihinleriyle sohbet etmek ya da daha doğrusu, bu zihinlerin en iyi düşüncelerini açıkladıkları iyi yönetilmiş bir diyaloğa katılmaya benzediğini ifade etmiştir.
Feldmareşal
Helmuth von Moltke'nin daha önce dilimize çevrilen Türkiye Mektupları yapıtını okumuştum. Oysa bu yapıt,
Carl Von Clausewitz'ten sonraki en büyük askerî dehalardan birini anlamak için yeterli değildi. Nihayet bu büyük dehanın harp sanatına dair yazılarının derlendiği yapıtını temin edebildim. Descartes'ın ifadesiyle, geçmiş yüzyılların askerlik ve strateji alanındaki sayılı dehalarından birinin en yetkin düşüncelerini açıkladığı bir diyaloğa katılmak, haliyle heyecan verici bir tecrübe olacak.
Moltke'nin bizim için önemi ise Sultan II. Mahmut döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nda 1835-1839 yılları arasında askerî danışman olarak görev yaparak ordumuzun modernleşmesine önemli katkılar sağlamış olmasıdır.
Moltke’nin 23 Kasım 1835’te İstanbul’a vardıktan sonra günlüğüne yazdığı ilk cümleler şöyleydi: “İstanbul’u ilk görür görmez Osmanlı Devleti’nin eski gücüne, siyasi varlığına kavuşmuş olduğu izlenimi uyandırıyordu ama iç bölgelere biraz geçince bütün memleketin ıssız, bakımsız olduğu görür görmez anlaşılıyordu. Ormanlar tahrip edilmiş, tarlalar ve bağlar çok bakımsız görünüyordu. Osmanlı Devleti’nin halkı ise bakımsızlıktan, düzgün beslemediklerinden çok zayıflamışlar adeta bir deri bir kemik kalmışlar, yaşadıkları şehirlerden iyi durumda olan birkaç büyük şehirlere ya da harap durumda olan köylerine sığınmaya başlamışlardı.
Nargile gibi büyük bir buluştan önce Türklerin nasıl yaşayabildiklerini anlamak gerçekten güç. Gerçekten Osman Gazi’nin, Beyazıt’ın ve Sultan Mehmet’in silah arkadaşları; devamlı olarak at üzerinde; ülkeler, şehirler ve kaleler fethetmiş olan cesur ve ateşli bir ulusun insanlarıydı. Kanuni Sultan Süleyman devrinden sonra Türkler, komşularına sık sık akınlar yaptılar. Fakat gün geçtikçe de oturmaya daha sonra da tütün içmeye alıştılar. Eski hareketli ve cesur milletin yerine oturmayı seven bir ulus geçti. Kadınlar bile çubuk içiyorlar.
Bu memleketin (Eflak) çehresi uzun bir köleliğin korkunç izlerini taşımaktadır. Hala yarı yarıya harabeler ve moloz yığınları hâlinde olan şehirler sursuz, kapısızdır. Çünkü şimdiye kadar her türlü savunma bir suç sayılmıştı.
Paşa efendimiz bir mollalar divanı kurdu; şimdi yanımızda bunlardan düzinelercesi var ve feriklerden daha ileride geliyorlar( ihtimal ki fetva yazılıp tamamlanıncaya kadar) .
Paşa'ya dün, yanlış anlaşılmaması için tercümanla harfi harfine şunları söyledim: «Mollalar sana harbin haklı olup olmadığını söyleyebilirler, fakat bunun akıllıca olup olmadığını yalnız sen takdir edebilirsin.
Şartların tümü, padişahın ve Avrupa hükümetlerinin maksatları.. bizim bütün ordularımızla düşmanın bütün ordularının kuvveti ve mevzileri, memleketin serveti, yığılmış olan erzak, mühimmat vasaire .. Bu çok önemli meselede bir tavsiyede bulunabilmek için bütün bunların bilinmesi lazımdır; bunları da ne mollalar, ne ben, ne de senden başka herhangi bir kimse bilir. Bütün şeref ve bütün sorumluluk sana aittir ve başka hiç kimseden tavsiye beklememelisin» ama onun işitmek istediği şey bu değildi.
Bir gün Malatya'da cemaatiyle birlikte şehre dönen bir eşekçiye rastladım. Adam her halde beni paşanın yanında görmüş olacaktı ve bana iltifatta bulunmaya niyetlenmişti, daha ben neye uğradığımı bilmeden beni kolumdan tuttu ve eşeğini önüme çekti, «bin gözüm!» dedi. Ben teşekkürle yolumda gitmeme müsaade etmesini rica ettim. «Vallah sana yazıktır, yayan yürüme!» dedi. Ben ona bir ahır dolusu atım ve katırım olduğunu söyledim, fakat adam aklına koyduğundan vazgeçmedi,