Hal böyle olunca, özellikle olağanüstü zamanlarda toplumsal vasatı olmayan refleksif davranışlar sergileyebiliyoruz. Bu da bizi “tedbir” ve “takdir” arasında dengeli tutum ve davranışlara sarılmak yerine, ikisinden birini tercihe yönelen marjinal tepkiler vermeye itiyor.
Buna karşın, aynı kişilerin yakın ihtimal olarak gördükleri açlık riskini ya da korkusunu ise, -iki günlüğüne ve çok düşük ihtimal bile olsa- ertelemeyi düşün(e)memesidir. Bu durumun doğal sonucu, ertelenemeyen düşük riskli yakın hazların yüksek risk içeren yaşamsal tehditlere tercih edilmesidir. Böylece toplumsal hafızadaki çağrışımları güçlü olan açlık ya da kıtlık korkusu, hanelerimize uğrama ihtimali onun kadar yüksek görülmeyen virüs bulaşma ya da taşıyıcısı olma riskine baskın gelmiş oldu. Sonuç: itidal yerini infiale, sağduyu yerini hırs ve tamahkarlığa; kanaat ise yerini açgözlülüğe bırakmış göründü.
Esasen tekno-bilişim toplumunun gönülden çok göze hitap eden mesajlarıyla beslenen doyumsuzlukların tatmini için daha çok gönüle hitap eden duyguların eğitilmesi gerekir.
10 Nisan 2020 cuma akşamı toplumsal hafızamıza kazınan görüntüler, içinde yaşadığımız tekno-bilişim toplumunun bir taraftan teknolojiye ve bilgiye erişimi kolaylaştırırken, diğer taraftan manipülatif içeriklerle zihinsel yetilerimizi işlevsizleştirmesinin toplumsal çıktıları arasındaki yerini almış durumdadır. Bu, artık altıncı duyumuz haline gelen akıllı telefonlarımız aracılığıyla ve genellikle sosyal medya mecralarından iletilen mesajların kaynağını sorgulamadan, üzerinde yeterinde düşünmeden, bireysel ve daha da önemlisi toplumsal sonuçlarını hesaba katmadan alelacele paylaşmanın ortaya çıkardığı tedirgin edici sonuçlardan biridir.