Sinan Dede eydür:
"Üç derviş ile gitdik. O oduncunun dediği yere (Çorak dağı) yetdik. Gördük, yirmi miktarı var, geyicikler Hazret-i Şeyh'in çevre yanına üşüşmüşler, durmayıp onlara kar altından ot yolup ağızlarına tutuverir. Eteğine bir nesne sarmış, yumruklayıp durur. Biz yakın varıncak o geyicikler bizi gördü, dağıldı. Vardık Şeyh'in elini öpdük:
"Üşüdünüz Sultanım, eve gidelim" dedik. Hazret-i Şeyh eydür:
"Bu emaneti saklan." dedi. Eteğinden elimize verdi. "Taze doğmuş geyik buzağısı" Kürke sarın götürün." Hangâha götürdük, üç ay miktarı besledik. Yaz gelicek Hazret-i Şeyh, o geyik buzağısının önüne düşdü. Vardı, ol Çorak Dağı'nda anasını buldu, teslim etdi....geyicikler, Hazret-i Şeyh'in eteğini yaladılar.
Tire'de (1528 senesi)... Bir gün Hacı Müderris'in mescidinde Hazret-i Şeyh nasihat ederken bir kişi yerinden durdu (kalktı) eydür:
"Sultanım, Tanrı Türkçe bilir mi?" Hazret-i Şeyh eydür:
"Bilir, amma Türkçe'yi sen bilmezsin" dedi.
Hazret-i Şeyh kasaba-i Köşk'de sakin olduğu zamanda bir kişi geldi eydür:
"Sultanım senin müridlerin uçuyoru derler, gerçek mi?" Hazret-i Şeyh eydür:
"Bu uçurma, el uçurmasıdır? Bizim uçurmamız manevidir. Elin uçurduğu gibi uçurmazız. El uçurduğunu getirip bize kondurma" dedi.