Hayatında bir yağmur damlasının çıplaklığı vardı; ama aynı zamanda kör edici bir algı berraklığı, başkalarının ürkmeden bakamayacakları müthiş bir kıvılcımlanma.
Hayatımın sınırlı çapı içinde sırrımı açabileceğim kimse yoktu. Yetişkinler dünyası gençlere karşı sürekli işbirliği içindeymiş, yetişkinler aralarında onlara karşı köklü bir düşmanlık geliştirilmiş gibiydi.
Kutsal buldum sonunda aklımın düzensizliğini. Aylaktım, kurbanıydım bir yüksek ateşin: imreniyorum mutluluğuna hayvanların, -Vaftizsiz ölen bebeler cennetinin masumluğunu simgeleyen tırtılların, o erdenlik uykusu olan köstebeklerin!...
İnsanın "kendi"si denen şeyin tükenmez bir araştırma malzemesi olduğuna inanıyordum, kuma yazılmış karışık şifreler yüzünden karşı tarafına yürünüp geçilemeyecek bir kumsal. İnsan duyusal bir ayılmanın ürünü olan şifreli yazıyı okumak için uzun süre diz çöküp oturmak zorundadır. Deniz kuşu hematopus'un kumda bıraktığı üçgen izin üzeri,
kareli kağıttaki gibi çizgiler oluşturan, birbirine uymaz işaretlerle doluydu. İnsan başka izleri bir yana bırakıp bir ömür boyu bu kuşun izlerini araştırabilirdi.
Hayır! Hayır! Başkaldırıyorum şimdi ölüme! Çok hafif geliyor çalışma gururuma: Çok az
bir işkence olabilir dünyaya ihanetim. Son anda saldırmak isterdim sağa, sola...
Ya fazla geliyor ya da az; ya içerde, ufuklarımız son derece küçülmüş olarak yaşıyoruz ya da uzamın uçsuz bucaksızlığı içinde kendimizi yalnız hissediyoruz. Ben kendimi bir bıçağın sivri ucuna avucumu dayayıp dengelenmiş olarak yaşarmış, kuramsal olarak Gelecekteki Bir Kitabın Önsözü adını vermek istediğim bir şeyi yazarmış gibi hissediyorum. Zamanın yaratıma oranı hep böyle görünmüş olsa gerek, her bir yapıtın insanın ilerde varacağı, mantıksal sonucu da ölüm olan bir evrenin öndeyişi olabilmesi için belli bir evrede bir insanın bir noktaya toplanmış enerjinin eksiksizliğinin ifadesi olan bir oran.
Hepimizin içinde uyuyan bir canavar var, canavarın bir gözü açık, bir gözü kapalı. Ben senin kendinde yok etmek istediğin kötülüğün kişileşmiş haliyim. Bu bıçakla seni öldürseydim, bu bir cinayet değil, intihar olurdu. Ancak yasa olaylara böyle bakmaz. Bir başkasında törensel bir biçimde kendini öldüren bir varlığı cezalandırmakta diretir.
Dilin düşünceye eşlik eden bir şey olduğunu, aktarımın bir aracı olmadığını öğrenmiştim. Sözcüklerin kendileri çoğu kez yanıltıcıdır, bir iç diyaloğa işaret ederler -ileti dip akıntısındadır, bir akış içinde yakalanan gizli bir akıntıdır, öyle ki konuşma sessizliklerin evliliğini, iç uzamın boyutlarına sevecen bir uyumu içerir. Bir insanın gerçekten içini okuduysanız onunla sözcüklerin gereksizliğini paylaşmışsınızdır.
Anlatıyı sürdürürsek şeylerin gönderme şemasını tamamlayabiliriz, tıpkı bir dereden geçen ve kumlu dere kıyısında ıslak ayak izleri bırakan bir adam gibi. Ne kadar az olursa olsun devam etmeye yetecek bir şeyler olacaktı -bir sağ ayak izi, bir sol, açıkça belli bir sağ, daha az belli bir sol, daha sonra kaybolacaklardı. Ama şu birkaç koca leke halindeki ayak izi belleğe giden yolda rehberlik edecekti. Ancak bunlardan hareketle insan hayatını yeniden düşünebilir, yeniden düşleyebilirdi, böylece sivri uçlar bulanıklaşırdı, bir gümüş sır kalırdı geriye, tıpkı çocukluğumuzda çok erken uyandığımız, elma ağacında bir karatavuğun öttüğü ve bilincimizin tek dayanağını bu ötüşün oluşturduğu saatteki gerçekdışı ışık gibi.