Görüyorsun ya... Yurt ve vatan gibi kutsal değerler, ona o adı verebilecek kimselerin varlığı halinde mevcuttur. Biz varsak vatanımız, yurdumuz olabilir. Yani asıl önemli olan insandır, millettir! Atalarımız neden demişler baş sağ oldukça börk bulunur diye? Millet, varlığını ancak yurt ve vatan gibi kutsal değerlerle bir arada olmak şartıyla sürdürebilir. Toprak ve insan, ayrı ayrı birer hiçtirler. Birbirine kaynaşınca, millet ve yurt ortaya çıkar. Buradan şu sonucu çıkaracağız: Miletçe yaşamak istiyorsak, yurdumuza sahip çıkacağız. Fakat işi bağnazlığa bindirip de bir karış yurt toprağı için hep birlikte ölmeyeceğiz! Yaşamaya çalışacağız ki, yurdumuzu koruyabilelim. Sabırlı ve tedbirli olacağız. Gün geçer, devran döner... Bu gün, belki baht düşmanın yüzüne gülerse yarın bize güler.»
İslâma inananlar, hoş görü sahibi olmak zorundaydılar. Bağışlayıcılık Allah'ın buyruğuydu, çünkü peygamberin söylediği gibi, «Allah'ın rahmeti, gazabından büyük» idi. Kısacası, Türk- İslâm ülkeleri Haçlı zihniyetine aynıyla mukabele etmeye hazır değildi. Üstelik Avrupa'nın yoksul ve geri kalmış bir diyar olduğu uzaktan uzağa biliniyor ve oradan gelecek bir saldırının uygar doğu dünyasında düzeni sarsacak önem taşıyacağına ihtimal verilmiyordu.
Bu romanın bir talihsizliği var ki, bizce çok daha önemli: Edebiyat dünyamız, «Öldürmeyeceksin»i hiç duymamış gibi davrandı. Biz, Yayıncı olarak romanı ulaşması gerekli tüm kişi ve yayın organlarına ulaştırdık. Ama itiraf etmeliyiz ki, hiç kimseye romanı eleştirmesi ve tanıtması için özel bir rica ve minnette bulunmadık. Nasıl bulunabilirdik? Biz yayınladığımız bütün kitaplar gibi «Öldürmeyeceksin» in de kendini duyurma gücünü zaten kendinde taşımakta olduğunu biliyorduk. Dahası edebiyatçı ve eleştirmenlerimizi rica ve minnetle yönlendirilebilecek, hatır-gönül için kalem oynatabilecek kişiler olarak görmüyorduk. Yanılmış mıyız acaba? Hayır, biz insanımızın «kadirbilirlik» meziyetinden büsbütün yoksun hale geldiğine inanmıyoruz. Bizler bir insanımızın kadrini değerini mutlaka bilir ve teslim ederiz. Fakat ne yapalım ki tabiatımızdır; bunu ifade için o kimsenin ölümünü bekleriz!
Genç adam hayalinde, kaburgalar arasından geçerek yüreğe saplanan bir çelik uçlu dikeni görür gibi oldu. Yürek o sıcacık yatağında harıl harıl çalışıp görevini yaparken birden neye uğradığını şaşıracak, kasılacak, çırpınacak ve... hareketsiz kalacaktı. Bu, bir cinayetti. Kur'an-ı Kerim, kendisini öldürmek isteyen kardeşi Kabil'e Habil'in verdiği karşılığı ne anlamlı bir ayetle naklediyordu: «Beniöldürmeküzereelinibanauzatırsan, benseniöldürmekiçinsanaeluzatamam. AlemlerinRabbiolanAllah'tankorkarım.»
Köklü Türk gelenek ve görgüsü ile değişen dünya karşı karşıya gelmişlerdi. Dünya, Haçlı'nın ortaya çıkması ile değişmişti. Haçlı, son derece bağnaz ve saldırgandı, acımasızdı, bilinçsizdi ve zalimdi. Haçlı, hoşgörüyü hiç tanımıyordu. Millet, Avrupa'nın yabanisi karşısında yine alışılmış törelerine bağlı kalarak mı savaşacaktı, yoksa ona anlayacağı dilden mi karşılık verecekti? Öfkesine yenilen Ayaz'la törelere sıkı sıkı bağlı bulunan İlhan, bu yüzden birbirlerini anlayamıyorlardı. Ama kabul etmek gerekirdi ki, aslında öfkelenen, bocalayan ve kendine dengeli bir dayanak noktası arayan Türk milletinin vicdanıydı...
Bilginler sadece bilgin, askerler ise sadece asker kişilerdi. Askerler gibi davranmış bir bilginin halinden hangisi anlayabilirdi ki? Bütün varlığını insan hayatını kurtarmaya adamış bir hekimin tek amacı olması gerekirdi: iyileştirmek... Tanrı'nın yer yüzüne indirdiği son Kitapta ne yazıyordu: «Kim bir kimseyi, bir kimseye veya yer yüzünde bozgunculuk yapmaya karşılık olmadığı halde öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur... Kim de, bir kimseyi iyileştirirse, bütün insanları iyileştirmiş sayılır.»