İlki zordur her şeyin; ilk nefes, ilk ışık, ilk temas… Yabancıdan her şey; bildiğinden, öğrendiğinden farklıdır. O yüzdendir ki doğumda başlar, insanın “ilk”le mücadelesi. Güleriz çoğunlukla o bebek sesinin tınısına, bebeğin varlığının ibaresidir, olumlu çağrışımlara gider, hisseden merkezlerimize. Oysa o, sözcükleri kullanabiliyor olsa şöyle demez miydi gülenlere? “Siz gülüyorsunuz ama benim ciğerim yanıyor, nefes almak dediğiniz şeyin oksijenle yapıldığını bana öğrettiniz mi şimdiye kadar? Böylesine bir ateşin içime gireceğinden söz ettiniz mi? Bunca zaman karanlık bir odadan apaydınlık bir mekâna geçmenin, gözleri nasıl kavurduğunu bilir misiniz?”
Artık gecelerim sabaha çabuk ersin diye erkenden uyumak istiyorum ki sabah seninle yeniden başlasın nefes alışlarım. Artık sensiz anı yaşanmamış sayıyorum.
Bazı kişileri, diğer pek çoklarından ayrı ve özel kılan hâllerden biri de her türden duyguyu bazen kafiyeli bazen gelişigüzel mısralarla kimi zaman da düz bir nesirle -ama bir şekilde- yazarak anlatabilmeleridir.
Ulaşmadığımız ama ulaşmak için yolunda olduğumuz bir yerin, bir zamanın, bizim için ne ifadesi olabilir ki meraktan başka. Adını duyduğumuz ama görmediğimiz bir kent gibidir, ülke gibidir gelecek zaman; hakkında pek çok duyarız ama ancak o şehre vardığımızda nasıl olduğuna dair kişisel bir fikir oluşturabiliriz; varana kadar her şey ya başkasının gözlerinin gördüğüdür ya da hayalimizin ürünüdür.
Peki, güç nedir, nerede gizlenir? Bedende, bilekte, yoksa kalpte mi? Sözde, gözde yoksa özde mi? Denize akseden ışıkların, ayın, yıldızların ruhta yarattığı duygu durumunu görmek ya da görmemekte mi?