Toplum, bireyi yaşamda tutarken, ona gelişkin bir model sunar. Bu modelde temel görev, içine doğduğu toplumla nasıl entegre olacağıdır. Entegrasyon düşünsel, inançsal, töresel, ahlaksal, ekonomik, siyasi ve dilseldir.
Tercüme edilmeyen duygular, yanlış tercümenin ürettiği düşüncelerle karşılandığından ve başka türlüsünün de mümkün olmamasından ötürü, insan dışarıya olduğu kadar, kendisine de yabancıdır. Yabancılığı derinden yaşamak istemeyenler, yabancılarla yüzeysel iletişim kurarlar.
Duygusallık hızlı ve acele tepkilere yol açarken, rasyonellik yavaş tepkiler ya da tepkisizlikler üretir. Bu yüzden duygularımız üzerine bir başkasıyla konuştukça, defterlere yazdıkça, yani onları dile tercüme ettikçe, bası yaptıkları mekanı ve zamanı genişlettiğimiz için onların şiddetli basısının yoğunluğu düşer, onlara tepki verme zorunluluğu yavaş yavaş ortadan kalkar.
Şiddetli duygular altındayken insan, kendisini daha da isabetsiz bir tercümeyle dile getireceğinden, en duygulu anlar, kişinin kendisine en yabancı olduğu anlara dönüşür. Dev bir minnet, utanç, öfke, şefkat, nefret ya da aşk anında kişi sanki kendisi değil, bir başkasıdır.
Bir duygu tek bir saniye içerisinde tıptan, her şeyiyle, tüm detaylarıyla hissedilmekteyken, onu betimlemeye girişecek olan dilsel ifadeler birbirlerini takip edecek, birbirlerini açacak sözcük sözcük, cümle cümle, paragraf paragraf kurulmak zorundadır.
Duygular, bir tepki olarak ilmiklenir. Dıştan gelen bir olaya, olaylar silsilesine, yorumlara, gelişmelere, tutumlara, tavırlara içten gelen bütüncül bir reaksiyondur.