Bir film senaryosunu okumakla o senaryonun yapılmış bir filmini seyretmek de bir değildir. Aynı şekilde bir tiyatro oyununu kitaptan okumakla onu sahnede seyretmek arasında da aynı fark vardır. Biz senaryosunu okuduğumuz eseri kendi eserimiz olarak okuruz; aynı senaryonun filmini ise yöneticisinin adesesinden bakarak okuruz.
Sayfa 43 - İz Yayıncılık 2002 BaskısıKitabı okuyor
Dostoyevski'nin Suç ve Ceza romanının konusunu bir gazete haberinden aldığını biliyoruz. Aynı gazete haberini ondan başka daha kimbilir kimler okudu. Ama onu roman formuna oturtan bir o çıktı.
Sayfa 41 - İz Yayıncılık 2002 BaskısıKitabı okuyor
Reklam
Bir yazara niçin veya nasıl yazdığı sorusu sık sık sorulur. Bunun sebebi öyle sanıyorum ki, insanlar, biraz da kendilerini sınamak ve kendi üzerlerine bilgi edinebilmek için bu soruyu soruyorlar: alacakları cevaba bakarak acaba ben de yazabilir miyimin cevabını bulmak istiyorlar. Bu duruma, kendi bahanesini icat etme güdüsü de diyebiliriz belki.
Sayfa 38 - İz Yayıncılık 2002 BaskısıKitabı okuyor
Necip Fazıl, şairliğinin bahanesini şöyle anlatıyor: "Şairliğim on iki yaşımda başladı. Bahanesi tuhaftır. Annem hastahanedeydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter... Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde... Haberi veren annem, bir ân gözlerimin içini tarayıp: 'Senin, dedi, şair olmanı ne kadar isterdim!' Annemin dileği bana, içimde besleyip de oniki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi... Gözlerim, hastahane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim: 'Şair olacağım! Ve oldum.'
Sayfa 37 - İz Yayıncılık 2002 BaskısıKitabı okuyor
Kendi kendime diyordum ki, bunları sen yazmazsan başka kimse yazmaz, yazamaz. Hayır, kendi kendime yaptığım bu fısıldayış, sanılabileceği gibi, bir kendini farklı görme, kibirlenme, büyüklenme kabilinden bir durumu ortaya koymuyordu. Çünkü yazdığım şeylerin üstünde, burada nitelik bakımından bir değerlendirme yapmak üzere yola çıkmış değilim. Belirtmek istediğim husus, yalnızca, o yazılarda söylenen şeylerin ancak benim tarafımdan dile getirilebileceği, çünkü onların yalnızca benim kendi yaşamımda bir karşılık bulduğu vakasıdır. Bu anlamda, hiç kimse bir başkasının yazabileceğini yazamaz dememiz gerekiyor.
Sayfa 35 - İz Yayıncılık 2002 BaskısıKitabı okuyor
Yıllar öncesinde Pappini'nin muhayyilesinde geliştirmiş olduğu roman atelyesi (veya yazı atelyesi), şimdi hayata geçirilmiştir. Atelyede görev almış olan yazarlardan her biri, kendisine verilmiş olan görev her ne ise, sürekli onunla ilgili yazı fragmanları üretmektedir. Diyelim ki, birisi, sürekli sonbahar tasvirleri yazıyor; başka birisi iki aşık arasındaki konuşmaları kaleme alıyor; bir başkası bir doğum veya ölüm sahnesiyle ilgili enstantaneler "üretiyor", bütün bunlar, sonunda, onların kompoze edileceği oda'da toplanıyor ve orada çalışanlar, önlerine gelen fragmanları monte ederek ürünü ortaya çıkartıyorlar. Böylece günde kırk veya elli kadar roman üretilebiliyor. Holivut film şirketleri hala bu yöntemle senaryo "üretiminde" bulunuyor.
Sayfa 30 - İz Yayıncılık 2002 BaskısıKitabı okuyor
Reklam
Lukianos'un masalını bir kere de biz hatırlayalım: Jüpiter ile bir köylü gezmeye çıkmışlar, bir yandan yürüyorlar, bir yandan da yer ve gök işlerini konuşuyorlarmış. Jüpiter hep köylüyü kandırmaya çalışıyormuş, o da dinleyerek söylenenleri kabul ediyormuş. Bir ara köylü duraklamış, işittiği bir sözün doğruluğundan kuşkulanmış ve onaylamak istememiş. Jüpiter de ona kızmış ve o anda köylüyü yıldırımla tehdide başlamış. Buna karşı köylü ona: "Ha, bak, şimdi anladım Jüpiter, demiş, görüyorum ki, haksızsın, çünkü sen hep haksız olduğun zaman yıldırımlarını kullanmaya kalkışırsın!" (Düşünce Özgürlüğünün Tarihi, J. Bury, s. 159).
Sayfa 25 - İz Yayıncılık 2002 BaskısıKitabı okuyor
Yazının zor anlaşılır olması, yazarla okur arasında varbulunması gereken parola ve işaret üzerinde tam bir mutabakatın sağlanamamış olmasıyla ilişkilendirilebilir.
Sayfa 20 - İz Yayıncılık 2002 BaskısıKitabı okuyor
Ölümsüz olduğu (sınırsız olduğu) farzedilebilecek bir hayatın, aynen bir ekonomi kuralının söylediği gibi, değeri de olmazdı. Bir şeyi değerli kılan onun nedret halinde (nadir) oluşu keyfiyetidir. Bir şey istendiği kadar ve herkese yetecek kadar varbulunuyorsa (eskiden buna örnek olarak hava ve su gösterilirdi, bazan da toprak ...) o şeyin ekonomi yönünden değeri bulunmadığı da kabul edilmiş olur. Sonsuz hayat (ölümsüz hayat) da, aslında değersiz birşey olurdu. Bu yüzden hayata değerini ve anlamını veren olgunun ölüm olduğunu söyleyebiliyoruz.
Sayfa 14 - İz Yayıncılık 2002 BaskısıKitabı okuyor
Sahneye çıkması gereken sanatçı, az önce annesinin öldüğünü işitmiştir; ancak salon seyirciyle doludur, onların mazeret dinlemeyeceği düşünülmektedir, böylece, sanatçı bağrına taş basarak sahneye çıkmak ve seyircisini eğlendirmek zorundadır! O anda, kimsenin aklına, seyirciden özür dilemek gelmiyor. Çünkü bu özürün kabul edilip edilmeyeceği bilinmiyor. Bu özür kabul edilebilir bulunsa bile, mazeretin maliyeti göze alınamıyor ve sonuçta sanatçı feda edilerek program yerine getiriliyor. Burada, insanı rahatsız eden bir şeylerin varlığı duyumsanmıyor mu?
Sayfa 9 - İz Yayıncılık 2002 BaskısıKitabı okuyor
Reklam
İstidat
Her gün herkesin, hepimizin önüne farkına vardığımız veya varmadığımız fırsatlar çıkıyor. Bunların bazılarının, söylediğim gibi, farkına bile varmıyoruz. Bir kısmının farkına varsak, bu kez de, o fırsatı kullanıp kullanmamak bizi ırgalamıyor. Bizi ırgalayanlar, bizim ancak içimizden gelen, bizi dürtükleyip duran, dışa vurmak için fırsat kollayan türdeki fırsatlardır. Bu demektir ki, biz ancak, bizim istidadımızla aynı tınıda titreşen fırsatlara açık bulunuyoruz ve ancak aynı tınıyla titreştiğimiz fırsatları fırsat sayıyoruz.
Sayfa 7 - İz Yayıncılık 2002 BaskısıKitabı okuyor
Ama vahim olayların olağan sayıldığı veya tersine olağan sayılması gereken olayların vahim telâkki edilebildiği bir ülkede yaşıyorsanız, orada artık başka çeşitten bir durumla karşı karşıya bulunduğumuza hükmetmek gerekir: orada artık vehametin anlamını yitirdiğini, ölçülerin alt üst ya da ters yüz edilmiş durumda olduğunu bizi kabule zorlayan farklı gerçeklikler var demektir.
Hayatın Anlamı
2.kısım Anlam sorunu Hayatın anlamı nedir?" sorusu neredeyse her sözcüğü so- runsal olan ender sorulardan biridir. Bu, son sözcük için de ge- çerlidir, çünkü dünya genelinde dini inancı olan sayısız insan için hayatın anlamı bir "ne?" değil, "kim?" sorusudur. Kendini işine adamış bir Nazi, Adolf Hitler'in
Epikür'ün ben yaşarken ölüm yoktur, öldükten sonra da ben yok olurum, dolayısıyla hayatta olan birinin ölümle temas etme imkânı mevcut değildir, mealinde aktarabileceğimiz düşüncesi aslında kendini aldatmaktan başka bir işe yaramıyor. Çünkü biz farkında olmasak da ölümle temas halindeyiz, çünkü yaşıyoruz ve hayatın bir anlamı varbulunuyorsa bu anlam ancak ölümle bir değer kazanıyor. (…) Bir şeyi değerli kılan onun nedret hâlinde(nadir) oluşu keyfiyetidir. Bu yüzden hayata değerini ve anlamını veren olgunun ölüm olduğunu söyleyebiliyoruz.
"Bir gerçeklik,insan tarafından ifade alanına taşındığında, artık kendisi olmaktan çıkıyor./.../ İnsan, gerçeği,hiçbir surette neyse o olarak algılayamıyor,onu ancak,kültürünün adesesinden bakarak algılıyor."
434 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.