Başkalarına yaptıklarını hemen unuturdu. Başkalarına kötülük ettiğini hissetmenin acısına dayanamazdı. ‘Bütün öfkelerimi öyle içten
duyuyorum ki, kimsenin alınmaması gerek bana; bu yüzden ancak beni beğenebilirler,’ diyerek şımarıkça gülerdi.
‘Beni ya şımartın, ya da kapı dışarı edin!’ diye bağırırdı. ‘Yarı içtenliğe dayanmam zor benim. Bir kişi mi kalacak? Tamam: bir kişi kalsın.’ Sonra gene bağırmaya başlardı: ‘Ben
günahkârım: bana vurun!’ O günlerde Dostoyevski’yi okuyordu.
“Sonra hemen mahzunlaşırdı: ‘Ya bir kişi de kalmazsa?’
Yanıma oturur, titrek bir sesle: Kitaplar yüzünden çok acı
çekiyorum Esat Ağabey,’ derdi. ‘Sanki hepsi benim için yazılmış. Bu kadar insanı birden canlandıramıyorum: hepsini
birbirine karıştırıyorum. Gülünç oluyorum.’ Odayı dolaşırdı inleyerek. ‘Ben rezilin biriyim ve rezilliğimi biliyorum.’
‘Selimciğim,’ derdim, ‘Kendini bu kadar zorlama. Karamazov’ların bulunduğu şartlar altında değilsin.’ Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi suratını asardı: ‘Peki, ben etki altında kaldığımı, kitapların beni mahvettiğini nasıl anlatacağım?’ Anlaşılmamaktan çok korkardı. ‘Başkalarından ayrı
hissetiğimi nasıl belirtsem? Kimse bilmeyecek... Hiç olmazsa mezar taşıma yazın: burada insanlara başka türlü hayran
olan biri yatıyor. Ne türlü? Bir bilsem, ah bir bilsem.’