Yasaların işlemediği tek bir hırsız vardır ve bu hırsız insanoğlunun en değerli şeyini çalar: Zaman...” der Napolyon. Etrafınız zaman hırsızlarıyla doludur. Arkadaşlarınız, sosyal medya, gereksiz dedikodu yapan insanlar, üretmek yerine tüketmeyi daha çok tercih edenler, sonu gelmeyen tartışmalarla tükenmiş bir ilişki... Gözünüze perde indiğinde
Allah neden Kur'an yakanlara, zalimlere, küçük çocuklara tecavüz edenlere müdahale edip engel olmuyor? dünya imtihân yeridir, ceza ve mükafat yeri değil. Kişi ölünceye kadar imtihanı devam eder. Sonra berzâh ve âhiret hayatı başlar. Bir an Allah'ın, tecavüz edene, Kur'ân yakana, Filistin için Yahudi zulmüne, katillere engel
Reklam
Anlama çabalarını çoğu zaman başaramasalar bile seviyorum
"Girdiğin, çıktığın bütün kapıların önünde yabancı, ardında yalnızlık olup kalıyorsun. Ne biliyor musun gönül yorgunluğu? Kendinden soğuyorsun. Sözünden soğuyorsun. Geçmişinden soğuyorsun. İnandıklarından soğuyorsun. Baktığın yüzlerden soğuyorsun. İçine bile bakmıyorsun artık. Dünya, inandığın o yitik cennet değil." Kök hâlinde bekliyormuşuz gibi hissettirmiyor mu? Aslında ait olmak, bağlanmak ve büyümek için gelmişiz ama kimsenin toprağı kalmamış gibi. En son ölecek raddeye geliyorsun ve toprak olan toprağa kendini gömüyorsun. Kendi içine ait oluyorsun, kendine bağlanıyorsun ve kendi içinde büyüyorsun. Sonra başkaları geliyor, seni çıkarmak istiyor ya da farklılıklara basmayan akılların bulduğu "dedikodu" moduna geçiyorlar. Umursamıyorsun ya da gülüp geçiyorsun. Ama samimiyetsizlikleri ve iğrençlikleri cidden mide bulandırıcı ve yüzlerine anlık bakmaya bile tahammül edemeyecek hâle getiriyorlar. İnsanların yüzüne bakmaktansa yer hizalarına bakmayı tercih ediyorum, bir yerden geçerken oradaki ağaçlar veya çiçekler ya da başka neler varsa onlar ilgimi daha çok çekiyor. Onları incelerken mutlu oluyorum. Arada yüzlerine bakıyorum, kendini sorgulayan bakışları atanlar var mı ya da nasıl hissettiklerini merak ediyorum vs. ama hep dış ile ilgili oluyorlar. Tek sıkılan ya da tek memnuniyetsiz ben gibi hissediyordum. Kendimi az(!) sorguluyormuşum gibi bu sefer yine kendime sarıyordum. (: Arada kökünü beni anlamak için yanıma gömen arkadaşlarım oluyor. Bu çok güzel, ben de onlar için istisnalar yapabiliyorum ama yine de tuhaflık oluyor.
Kıskançlık
Erkeklerini, hiçbir fırsat kaçırmayarak, güzel görmekten, aşktan, sevişmekten mahrum bırakan bu kadınlar, aynı zulmü kendi cinslerine de yaparlar. Tanıdıkları bir kadının başından kazara bir macera geçer, mesela bir 'mektubu' yakalanır, yahut da kocasından boşanıp diğer birine varırsa hepsi birden ona darılırlar ve dehşetle afaroz ederler. Aradan uzun seneler geçer, o kadını sokakta gördüler mi; yollarını değiştirirler, bazıları yüzüne tükürmeye kalkar, en insaflıları biraz acır, 'Ah, zavallı kötü oldu, alnının yazısı imiş' der. Semtimizde, 'Bir kadının en birinci görevi güzel olmaktır' sözünün nasıl tehlikeli bir yalan olduğunu pek iyi bilen anneler, kızlarını, ellerinden geldiği kadar güzellikten, şuhluktan, süsten, serbestlikten alıkoyarlar. Bu annelerin sokağa çıkarken kızlarının kulaklarına fısıldadıkları öğüdün değişmez modeli budur: 'Kızım! Peçeni indir. Ellerini çarşafın içine sok. Başını öyle yukarı kaldırma, aşifte diyecekler. Önüne bak. Fransız karıları gibi zıp zıp yürüme. Yavaş, yavaş. Göğsünü ileri çıkarma, arkamıza takılacaklar. Sana azgın diyecekler. Adın çıkacak. Evde kalacaksın, vs. vs...' Sonra, tanışan, görüşen her aile, sanki birbirlerinin doğal müfettişleridir. Sakın bir aile içinde küçük bir aşk macerası geçmesin. Rezalet, dedikodu birden göklere çıkar, kahramanlarını tefe korlar. Oğullarının ve kızlarının gizlice görüşmelerine, mektuplaşmalarına aldırmayan; göz yuman annelere bütün tanıdıkları, yine birden darılır; 'Ah, ayol kadın bu yaştan sonra boynuz dikiyor...' diye ondan iğrenirler.
Testosteron düzeyi saldırganlığı etkiliyorsa bu durum erkeklerin kadınlardan daha saldırgan olduğu anlamına mı gelir? Öyle görülüyor ki evet. Çocuklar üzerinde yürütülen klasik bir tarama araştırmasında Eleanor Maccoby ve Carol Jacklin (1974) erkek çocukların kızlardan daha saldırgan olduğunu ortaya koymuştur. Örneğin, bir çalışmada,
Sayfa 686Kitabı okudu
Büyük bir kral bir keresinde Buda'yı görmeye geldi. Başvekili onu gelmeye ikna etti fakat o çok şüpheci bir adamdı, politikacıların ve kralların her zaman oldukları gibi şüpheciydi. İlk önce gelmek istemedi... Sadece politik sebeplerden onu görmeye geldi çünkü başkentte Buda'ya karşı olduğuna dair bir dedikodu yayılmaktaydı ve herkes Buda'nın tarafındaydı, o yüzden korktu, ilişkilerde usta değildi. Bu yüzden başvekili ile birlikte gitti. Buda'nın on bin keşişi ile birlikte oturduğu koruluğa yaklaştığında, çok fazla korktu. Kılıcını çekti ve başvekiline "Sorun nedir? Sen on bin kişinin orada oturduğunu söyledin, yaklaştık ve hâlâ ses yok! Bir komplo mu var?" dedi. Başvekil güldü ve "Buda'nın insanlarını bilmiyorsunuz. Kılıcınızı geri koyun! Gelin, komplo veya başka bir şey yok. Korkmanıza gerek yok, sizi öldürmeyecekler. Buda'nın adamlarını tanımıyorsunuz" dedi. Fakat kral yine de eli kılıcında, çok şüpheci bir şekilde koruluğa girdi. Şaşırmıştı. On bin kişinin ağaçların altında, sanki hiç kimse yokmuş gibi sessizce oturduğuna inanamadı. Buda'ya sordu "Bu bir mucize! on bin kişi... On kişi bile bir arada o kadar çok ses yaparken! Bu insanlar ne yapıyorlar? Bu insanlara ne olmuş? Bir sorun mu var? Hala canlılar mı? Heykel gibi gözüküyorlar! Ve burada oturarak ne yapıyorlar? Bir şey yapıyor olmaları gerekir!" Ve Buda dedi ki, "Bir şey yapıyorlar fakat onun dışarısı ile bir ilgisi yok. İçsel dünyalarında bir şey yapıyorlar. Bedenlerinde değiller, varlıklarındalar, mutlak özdeler. Ve şimdi onlar on bin kişi değil, hepsi bir bilincin parçası."
Sayfa 128 - Ganj YayıneviKitabı okudu
Reklam
70 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.