Mazlumların ahını almışsa eğer bir zillet
Sokaklar dolmuşsa kan gölü ile şehadet
Ateşler atılıp ses çıkarmıyorsa koca bir ümmet
Olması müstahak üzerimize büyük bir musibet.
Affet bizi masum çocuk, çok geç kaldık
Keyfimize düştük, gözyaşlarına aldırmadık
Zamanla her şey geçer dedik, kulak asmadık
Zaman geçti, izi kaldı, acınızı hiç anlamadık.
Adalet yerine zalimlik almış başını gidiyor
Sabilerin çığlıkları dört bir cihanı inletiyor
Bir millet daha çaresizliğini ilan ediyor
Bu sefer Rahmanın azabı pek şiddetli geliyor.
Allah hesabını sorar dedik içimize su serptik
Ne yapabiliriz diye bir an oturup hallenmedik
Ciğerlerimize çektiğimiz nefesi düşünmedik
Ve bir kez daha kendi sonumuzu kendimiz getirdik.
•Cemal Gündoğdu
İnsan kısmı bir misafirhane,
Her sabah yeni birisi gelir.
Bir sevinç, bir bunalım, bir zalimlik,
Aniden farkına varmak bir şeyin,
Hepsi beklenmedik misafir.
Hepsini karşılayıp eyle!
Evini vahşetle süpürüp,
Bütün mobilyalarını boşaltan
Bir kederler kalabalığı bile gelse.
Her geleni alnının akıyla misafir et.
Olur ki yeni bir zevk getirmek için
Boşalttılar evini.
Karanlık düşünce, utanç ve garez,
Hepsini gülerek karşıla kapıda
Ve buyur et içeri.
Minnettar ol her gelene
Kim gelirse gelsin.
Çünkü bunların her birisi
Öte taraftan bir kılavuz
Olarak gönderildi.
Evvel zaman içinde bir ülke varmış masmavi bir denize kıyısı varmış, baktıkça doyulmaz bir melodi gibi dalgalanırmış usulca . Denizin kıyısındaki ülke sürekli yanarmış deniz dalgalanırken kıyıda alevler daha da yükselirmiş . Uçsuz bucaksız deniz alevleri gördükçe ah tanrım bu ne zalimlik dermiş , keşke biri alevleri söndürse diye köpürürmüş o köpürdükçe alevler daha da artarmış , öylece içlenip izlermiş deniz. Ülke yanıp kül olmuş sonra deniz iyice köpürmüş köpürmüş fırtına çıkmış denizden kıyaya vurmuş alevler sönmüş geriye bir yığın kül kalmış . Deniz sakinleşip tekrar bakmış kıyıya alevler gitmiş ama güzelim kıyı küle dönmüş. Deniz o an büyük bir pişmanlık ve yalnızlık ile baş başa kalmış. Tanrım bana verdiğin gücü kullanmak yerine sadece öfke ile dalgalanıp durdum şimdi geride kıyıda bir avuç kül içimde koca bir yangın kaldı demiş.
Rus Slavları tarımcı bir halktı, savaşçı değillerdi. Cesurca savaşıyorlardı ama bellerine kadar çıplaktılar ve askerî örgütlenmeye dair hiçbir şey bilmiyorlardı, bu yüzden de savaş sanatının ustaları Türklerle ya da topraklarını Rum diyarına ulaşmak için bir karayolu haline getiren İskandinav tüccarların silahlı çeteleriyle boy ölçüşemiyorlardı. Slavların tek istediği, hasatlarını toplamalarına ve ağaçtan köylerinde huzur içinde yaşamalarına izin verilmesiydi. Ama mümkün değildi bu. Hazarlara (Fin ve Türk kanlarının karışımından oluşan güçlü bir kabile) haraç vermek, güneyde Türklerin tacizine uğramak, kuzeyde Finlerin ve Litvanyalıların istilasına maruz kalmak bir yana, Slavlar eksik siyasi yapılarıyla küçük parçalara ayrılmıştı, kantonlar birbiriyle savaşıyordu sürekli, barış mümkün olmuyordu. İskandinav tüccarların ve başıbozukların başıboş çeteleri Slavlara hem zalimlik ediyordu hem de koruyordu onları. İşlenmemiş bir suçtan dolayı köyleri yaktıktan, sığırlara ve mahsullere el koyduktan sonra, Kiev, Novgorod ve Pskov'un korunması için hizmetlerini -aynı şeyi Constantinopolis ve Yunan şehirlerine de yaparlardı- satarlardı. Başka bir deyişle, bu zeki ve usta davetsiz misafirler kuzeylidir ve hiç şüphesiz Batı Avrupa'yı uzun ve kasvetli bir dönem boyunca terörize eden gezgin deniz krallarıyla özdeşleştirilebilirler.
Ustaların kılınç yapmak için saatlerce ve günlerce dövdükleri demir neden serttir, bilir misin? O, insanoğluna hemen boyun eğ nıez, ,çünkü onların, kendisiyle işleyecekleri suçları bilir. Bu yüzden de ortak olacağı günahların bedelini ateşte dövülürken peşinen öder. Zalimlerin kolları kendi erişilmez isteklerine göre çok kısadır. Tutkularının büyüklüğü onları böylece sakat kıldığından, bizim kılııiç dediğimiz koltuk değneğini kullanırlar. lcad ettiğin silah .işte onların tutkularını büyütecek ve zulümlerini arttıracak. Sen onların kollarını uzattın. Oysa kılınçlar yeterince uzun değil miydi?"
Sizi tanıyınca, birincisi, kendimi daha iyi tanıdım ve sizi sevmeye başladım; küçük meleğim, sizden önce, tek başımaydım ve yeryüzünde uyuyor, yaşamıyordum sanki. Onlar, bana zalimlik edenler, çehremin bile uygunsuz olduğunu söylüyorlardı ve hor görüyorlardı beni, kendi kendimi hor görür olmuştum; kütük gibi olduğumu söylüyorlardı, ben de gerçekten kütüğüm ben, diye düşünüyordum, ama siz karşıma çıkınca, siz karanlık hayatımı aydınlattınız kalbimi ve ruhumu aydınlattınız ve ben ruhsal huzur bularak diğerlerinden daha kötü olmadığımı anladım; belki parıltı yok, ışıltı yok, renk yok, ama yine de insanım, kalbiyle ve düşünceleriyle bir insanım ben
Spinoza’yı bir gün örümcek ağlarına sinekler atıp, nasıl hayatları için ölümüne mücadele ettiklerini seyrederek çocuk gibi kahkahalarla gülerken yakaladım... Bu anekdot, Spinoza adlı, 17. yüzyılın “dönek Yahudi”, “lanetli” filozofunun portresinin ana çizgilerini gözlerimiz önünde kurmaktadır: Hayat, her şeyin varlığını sürdürmek için belirsizce ve sonsuzca harcanan bir çabanın (conatus adını verir bu çabaya) süregidişidir... Yani sonsuzca bir akış... Tschirnhaus’un bahsettiği çocukluğu bu düşünürün inanılmaz güçteki düşüncesinin temel unsuru haline getiren işte bu özelliği, yani doğada mutlak bir masumiyeti varsaymasıydı. Bize belki bir “zalimlik” belirtisi olarak görünebilecek bu anekdot, Ethica yazarının asırlar öncesinden bize gönderdiği bir mesajdır aslında: Yaşam hiçbir surette “iyilik” ve “kötülük” terimleriyle sorgulanamaz. Hayat sürer... Yaşamın özü, amaçsızca ve belirsizce süregitmesidir.