Korku cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir.
Okuduğumuz her kitaptan bir şeyler öğreniyoruz. kitaplar bizlere ders veriyor. hedeflerimize yön verip Hayat denen serüven de bizlere eşlik ediyor .Düşünclerimizi değiştirip ön yargılarımızı kırıyor ve de Hayatımızı şekillendiriyor . Neyse Kitaba geçelim. Hayatımızın belirli anlarında
Bazen basit bir gülümseme veya bazen de büyük fedakarlıklar yaparak bir insanı mutlu etmek çok değerli bir şey. Bu kim olursa olsun sokaktaktan geçen biri bile o gün kötüysem bana tebessüm etmişse benim için değerlidir yani küçük şeylerle de mutlu olabiliyor insan şahsen ben öyleyim :) . En basitinden hani deriz ya berbat bir gün geçirdim güne birinin asık suratına , asabi haline denk geldim. O gün full kötü geçecek gibi hissederiz Bu da farklı bir yakşalaşım tabi. Ama hayır illaki güzel bir şeyler oluyor. O gün o hafta . Hayatımıza küçük veya Büyük dokunuşlar yapan kişiler oluyor mesela gerisi bizim ellerimizde. Bu etkiyi bırakan kişi peki değersiz hissetirirsek bize ayırdığı zamanı verdiği emeği boşa çıkarırsak eğer... Kitabın konusu açıkça bu, sadece bir saniye de veya 24 saat de olsa insanın Yaşamımını bütünden etkileyen olaylar olabiliyor. Ve bu olayların insanların ilişkilerini ne denli etkiyeceğini kestirmek zor.
Bende ayrı bir yeri olan Stefan Zweig, yine muazzam bir kitapla karşımızda. Tavsiye edebilecegim kitaplar arasında yerini aldı çoktan. Kitap 14 bölümden oluşan, önemli insanların dönüm noktalarini anlatan kısa öykü tadında. Sıkılmadan okuyacağınız gayet akici bı kitap.
Durumumun korkunçluğu nedeniyle, bir Siyah Ben ve bir de Beyaz Ben olmak üzere, bu iki parçaya ayrılmayı en azından denemek zorundaydım, çevremi saran o korkunç hiçliğin altında ezilmemek için.
"...Sedlak'ı, oğlunu gönderinceye kadar bu akşam nezarette tut. Yarın sakinleşmiş olacaktır. Oğlan gider gitmez onu serbest bırak. Kadınlar uzaklaştıklarında sakinleşirler . Neticede ağlayacakları kadar ağlamış olurlar. Sonra ya kiliseye koşarlar ya da herifin biriyle yatağa girerler."
Derhal belediye başkanının yanına gitmeliydi, o kendisine, Hristiyan bir çocuğu, imparatorluk devleti Avustralya'da çok sevdiği ineği gibi büyütemeyeceğini iyice belletirdi.