"Karım çekip gitti," dedi. "Ama eviniz bir kadının çekip gittiği bir eve benzemiyor," dedim. Bir kadının gittiği, evden belli olur. Kadın giderken düzeni götürür bir kere. Yaşayan ev sarsılır. Ev dediğiniz şey küçük büyük elementlerden oluşur. Kadın olan evde, erkeğin anlamayacağı bir denge vardır elementler arasında. Erkek her birine vakıf olduğunu düşünse bile, onların nasıl bir uyumla işlediğini bilemez. Kadın gidince evin dokusu bozulur, susuz kalmış çiçeğe benzer, solar. Küçük şeylerin izi silinir. Eşyanın dili tutulur, ev sağırlaşır.
Herkesin uzun yaşamak istediği ama kimsenin yaşlanmak istemediği çelişkili zamanlardaydık. İnsan ömrü sanki bebeklik, çocukluk ve ergenlik olarak üç çağdan oluşuyordu. Yaşlılık yoktu. Birileri daha az gençti, birileri yaş almıştı, birileri yaşını hiç göstermiyordu, ama kimse yaşlı değildi. Yaşlılık "estağfurullah"tı, "yok canım"dı, "daha dur"du. İnsan tüm çabalarına rağmen hâlâ ölümlüydü, doğaya bu kadar kibirle meydan okumak nafile bir girişimdi.