Ay, kayıp bu gece.
Gökyüzü gözlerin gibi siyah, simsiyah.
Yıldızlar serpilmiş çil çil
Dilimde bitmeyen bir ah!
Issız ve yağmurlu sokaklar,
Kız Kulesi'nden esiyor ayrılık rüzgarı
Yorgun dalgalar vuruyor kıyılarına boğazın
Vapurlar gıcırdıyor koyu mavi sularında.
Ne Kanlıca'da yoğurt yemek
Ne Eminönü'nde balık ekmek,
İskeleye dayıyor sırtını vapurlar,
Martılar sessiz aç, sefil.
Karınca gibi karıştığım şu kalabalık
Yutuyor beni bu kadim şehir
Ve ağlıyor İstanbul şiir şiir,
Bir akşamüstüdür şarabî
Bahçeler ve dağlar üzre hükümran;
Tam dünyayı dolaşmak saatindesin.
Ay ışığı su içer birazdan.
Kızarmış kalçalarını çanlar
Alabildiğine vurur.
Sen çocuk tulumunda
Matbaa mürekkebi
Rüsva olmuş ellerinin emeği,
Manşetlerde kilometre kilometre yalan
Sallanır durur.
Öyle kırk yıl hatırım var diye böbürlenme bakalım kahve kardeş.
Duy sesimi hele, dinle de biraz konuşalım.
Ben yalnızların yareni,
Dost sohbetinin yandaşıyım.
Adım geçince, bardaktan ötesini görenler olur.
Kimi zaman kahkahalar eşlik eder, kimi zaman demli hüzün.
“Çayı koy ocağa, geliyorum!” der telefonda ses.
Gelir beklenen, iki lafın belini kırılır.
İnce belli bardaklarda nice şairlerin şiirleri yayılır…
Sen gelmek bilmeyen baharım
Oysa ne çok özledim seni,
Mavini, yeşilini, sıcacık güneşini
Lavantalar döktüm saçlarına.
Gelişini bir de öyle kokladım.
Anla işte;
Seni nasıl, nasıl da içime sakladım…
Dağ köyleri serin, kıyılar mavi
Yaz sıcağında şehir
Bunaltır beni.
Hava yapışkan yağlı
Kalkıp bir yere gitsem
Yollarım bağlı.
Kıskanıyorum kuşları
Ben uçmasını bilsem
Uçmak serin ve mavi.