Hermann Hesse tam bir kendine yolculuk ustası. Alman toplumunun yakın tarihini tanımak maksadı ile bu mayıs ayını Alman edebiyatına ayırmıştım. Toplumsal izler taşıyan olay örgüsüne sahip kitaplar bu amaca gayet güzel hizmet ediyor lakin yazarın içsel yolculuğunu anlatan eserler zamandan ve mekandan bağımsız, evrensel, hem içindeki toplumdan kopuk hem de bir o kadar toplumun aynası. Bu eser tam da böyle bana göre. Hesse’nin kısa otobiyografisini okuyan herkes bireysel, içe dönük eserler yazdığını bilir, aynı şekilde uzak doğu mistisizmine meraklı olduğunu da. Bunu en güzel yansıtan eserlerinden biri
Siddhartha’dır.
Kendine yolculuğa çıkmak “zorunda” olanlar içlerinde yalnız değildir. Yani bambaşka benleri, hatta belki hayatlarında iyi veya kötü bir yere sahip olan bir çok insanın sesini ve ruhunu da içlerinde taşırlar. İçe yolculuk işte içindeki öz benliğin dışındaki her şey ile mücadelenin kendisidir, ta ki kafes misali bedeninin içinde bir sen kalana kadar, yani aslında ruhunu özgürleştirip gerçek sen olana kadar. Bu eser tam da bunu anlatıyor. İçimizdeki Bozkırkurdu. Hesse’nin tarzını ve kişisel yolculuğunu düşünürsek tam da kimliği gibi bir eser ortaya koymuş. Yazar ve düşünürlerle hayallerinde buluşup muhabbet etmesi hele tam benlik delilikler, bayıldım. Bu zaten kendine yolculuğun en önemli parçasıdır. Çağının insanları ile iyi anlaşabilsen, anlaşılabilsen zaten içindeki kafese hapsolmazsın.
Güzel yazmışsın Hesse…
BozkırkurduHermann Hesse · Yapı Kredi Yayınları · 20137,8bin okunma
Bu güzel öykü kitabının etkisinden çıkamadım hala. İnsan sevdiğine iltifat ederken “18. Yüzyıl öyküleri gibi güzelsin” demeli bence
Ayşe Sayım
@Ascha
·
20 Mayıs 10:30
Bu kitabı okurken Schiller’in geçen yaz ziyaret ettiğim Weimar’daki evinde hayal ettim kendimi. Çalışma masasının önünde dakikalarca dikilip parmak ucumla masaya dokunup gözlerimi kapayıp Schiller’in o masada oturup yazı yazdığını düşlemiştim. Ah! Dedim sonra içimden, bu tahta masa kim bilir hangi duyguların tanığı? Bu kitabı okurken yine
Bu kitabı okurken Schiller’in geçen yaz ziyaret ettiğim Weimar’daki evinde hayal ettim kendimi. Çalışma masasının önünde dakikalarca dikilip parmak ucumla masaya dokunup gözlerimi kapayıp Schiller’in o masada oturup yazı yazdığını düşlemiştim. Ah! Dedim sonra içimden, bu tahta masa kim bilir hangi duyguların tanığı? Bu kitabı okurken yine
Thomas Mann böyle bir hikaye yazmak nerden aklına geldi? Kimi anlatmak istedin? Anneni mi, kardeşini mi? Yalnız yaşayan emekli memur komşu teyzeyi mi? Yoksa kendini mi? Sanki bir sabah vakti kahveni yudumlarken eline kağıdı kalemi almışsın da bir anda satırlara dökülüvermiş zihninde düğümlenenler. Benim bir
Alman edebiyatı yolculuğum hız kesmeden sürüyor. Bu sefer ki durağım
Effi Briest . Ne zaman Türk edebiyatından nadide bir eser okusam edebiyatın bile vatanında yeşereni güzel diye bir yorum yaparım. Aynı şeyi Alman edebiyatı için de düşündüğümü fark ettim. Çünkü mekanlar çok tanıdık, adı geçen şehirler, parklar caddeler hep gördüğüm yerler ve bu