Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin.
Bir kafası vardı, aydınlatamadın.
Bir vücudu vardı, besleyemedin.
Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin.
Onu, hayvanî duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın.
O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabanî ot gibi bitti.
Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin.
Ne ektin ki, ne biçeceksin?
Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi?
Tabii ayaklarına batacak.
İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun.
Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun.
Sana ıstırap veren bu şey senin kendi eserindir, senin kendi eserindir…
Bu ülkede temiz yürekli, duygulu ve candan insanlar vardı. Zenginin kapısı fakire açık ve gurbet yolları, sonunda mutlaka bir sıcak yurda ulaşacaktı. Orada bütün kadınlar ana, bütün kız kardeş ve bütün çocuklar evlâttı.
Zavallı köylü çocuğu! Sen, iki üvey ananın yavrususun. Biri demin seni döven anandır. Öbürü de seni her gün döven, doğduğundan beri her gün döven yurdundur. İkisinin acısı arasında, böyle kavrulup gitmişsin.
Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin uçurum var mıdır? Bilmiyorum! Fakat okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark, bir Londralı İngilizle bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür.
Onların varlıklarında bir benzerlik, bütün duygularında göze çarpan bir aynılık vardı. Bu ise ruhların kendiliğinden, ezeli bir tanışıklığı demek değil miydi?