Sustu. Yüzünde, benim can yakıcı bir sızım var, şimdi biraz dinsin diye bekliyorum, birazdan yaramı göstereceğim bakışı vardı. Ben de ona, bir an evvel yarandan söz etmeni istiyorum bakışıyla karşılık verdim.
Yaşadıklarının ağırlığı ne olursa olsun insanın derinlerinde saklı olan iyiliğe inancını kaybetmiyor; bunun aksini gösteren her türlü olumsuzluğu tereddütsüz bir şekilde görmezden geliyor. Dilinde aynı cümleyi tekrarlamaktan bıkıp usanmıyor:
Ne ki mütecellidir, iyidir.
Kendi hayatımı bir film izler gibi izliyorum ve bu kadar dışarıda bakabilmek pek de normal sayılmaz. Her insan kendine biraz dışarıda bakabilir kuşkusuz, hatta bunu yapabilmek iyi bir şey sayılır ama ben tamamen dışarıda kalmıştım ve tekrar dönebilmenin yolunu bir türlü bulamıyordum.
Evinin anahtarını içeride unutmuş, balkondan, pencerelerden evine girmeye çalışan ve açık hiçbir yer bulamayan çaresiz insan gibiyim. Kendimi dışarıdan izliyorum ve nasıl içeri girebileceğim hakkında bir fikrim yok.
"Baksana, sen sahiden kimsin?"
“Seni sevivorum."
"Sen kimsin diyorum! Anlamadın herhalde."
Sorusunu doğru anlamıştım ve gerçek cevabım da buydu. Onu sevmek gibi bir kimlik edinmiştim kendim için. Onu sevmeye mâni olacak, onu sevmenin dışında kalan bütün kimliklerimi bir kenara bırakıp onu seven erkek olmaya karar vermiştim. Sen kimsin sorusuna verebileceğim en gerçek cevap "seni seviyorum"du ve o cevabı vermiştim.
Bir kötülüğün içine düştüğümde, düştüğümde değil bile isteye adım attığımda, tanıdığım en temiz, saf, masum yüzler aklıma üşüşüyor ve o an oturup ağlayasım geliyor. Gerçekten ağlamak ama. İçimi çeke çeke, hüngür hüngür ağlayasım geliyor. Onların temiz yüzleri gözümün önüne geldikçe pismanlığım artıyor ve daha iyi bir insan olmak için tekrar kendime sözler veriyorum. Bu sözü de tutamıyorum.
Bu döngü, artık içinden çıkılmaz hale dönüştü. Bir yerde durabileceğine dair bütün umutlarımı yitirdim.
İlk sorularımız genellikle en çok yaralandığımız yerlere dair sorulardır. İlk kez karşılaştığımız insanlarla derin bir sohbete girmek için sorduğumuz samimi sorular aslında bir aynaya bakıp da kendimize sorduğumuz sorulardır. Karşımızdaki insanın cevaplarında kendi kaderimize makul gerekçeler, kendi sızılarımıza teselliler ararız.
Her şey değişti derken bakışlarını kaçırdı. Daha ilk anda, her şeyin değişmesiyle derin bir kuyuya düşmüş olduğunu anlayabiliyordum. O "her şey değişti”nin içinde kim bilir hangi anlar, hangi insanlar vardı... Orası oldukça karanlık bir yerdi. Orası, zamanla daha da kararmış ve artik gözün gözü seçemediği bir yerdi. "Her şey değişti"nin içinde gidenler, bir daha dönmeyenler, ölenler, özlenenler, bir yara olarak orada öylece duranlar, yarım kalanlar, aldanmalar, tüketilenler, hayal kırklıkları vardı. Her şey değişti ve eskide kalan iyi şeylerin bir daha gelme ihtimali de yok.
Bir kadına aşık olmak demek, o kadının elini sürdüğü en ölümcül yaranın bile o anda iyileşeceğine dair mutlak bir inanca sahip olmak demektir. Bir kadına aşık olmak demek ona doğru yürürken attığın her adımda sızılarının da dinmesi demektir.
"Ben gideceğim diye tutturursan seni burada tutmaya gücüm yetmez. Ne yaparsam yapayım, gidersin. Hatta buradaymış gibi gidersin ki bu daha da kötü. Kalmış gibi yapmaktansa gitmek daha iyidir. Ama bana sorarsan sakın gitme. Nasılsa tekrar geri gelirim diye gider insan ama sonra dönebilecegin bir yer kalmaz. Bırak dönebileceğin yeri, üzerinde yürüyebileceğin bir yol da kalmaz. Gidip de dönen yok mudur? Var elbette. Bazılarının gitmesi de elzemdir. Ama seninki böyle değil. Gitme."