Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Vildan Soylu

Kitap daima pahalı bir şeydir, en ucuz satıldığı zamanlarda dahi pahalıdır edebiyatı gerçekten sevenler bunu bilirler, bir yığın kitap alırlar, içinden ancak bir ikisini okur, onları beğenirler. Ama kendi sevebilecekleri kitapların basılabilmesi için bu masrafı göze almaları gerektiğini anlamışlardır.
Sayfa 218
Reklam
"Bizde çıkan kitapların çoğu değersiz şeyler, bizim için okumak bir ihtiyaç ama biz o ihtiyacı Avrupa dillerinde yazılmış kitaplar okuyarak gideriyoruz" diyenler var. Ben de, ne yalan söyliyeyim? onlardanım, Fıransızca roman, dergi alırım da Türkçelerine para vermem. Bizler de ne yaptığımızı bilmi yoruz. Türkçe yazılmış kitapları değersizdir diye almamakta onlara ilgi göstermemekte devam edersek bizim edebiyatımız gelişebilir mi? Bizde hiç kitap okumıyanlar kadar yalnız başka dillerde yazılmış kitapları okuyanlar da edebiyatımızın gelişmesinden, bizde yazarlığın bir meslek olmamasından sorumludur- lar, onların da suçu vardır.
Sayfa 218
Vicdan azabı gibi şu sözler benim için. Gene de haklı, bin kere haklı...
Doğrusunu söyliyelim, bizim okur-yazarlarımız, aydınlarımız, yani bu yazıyı okuyan siz, yazan ben, bizim bütün benzerlerimiz kitap almanın, kitaba para vermenin boynumuza borç olduğunu bilmiyoruz. "Efendim, ortada pahalılık var, aldığımız para ekmeğimize zor yetişiyor, kendimize üst baş yapamıyoruz, bir elbiseyi dört yıl giyiyoruz, kitaba nasıl para ayıralım?" gibi sözler söylüyoruz. Masal bütün bunlar! Evet, yıllardan beri pahalılık var, geçim zorlaştı, ama biz bütün eğlencelerimizden vazgeçtik mi? Elbette azalttık eğlencelerimizi, büsbütün bırakmadık. Onlara para bulduğumuz gibi kitaba da bulabiliriz.
Sayfa 217

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Bazı insanlar benzerlerinin hatta en yakınlarının kurbanı olmak için doğuyorlardı.
Bir insan aşk hakkında hiçbir fikri olmadan sevebilir ve bu sevgiyi muzaffer veya mağlup bütün ömrünce peşinden sürükleyebilir. Halbuki dünyada içinden çıkmak için hakikaten cevap vermemiz lazım gelen o kadar mesele var... Onların yanında benim bu biçare şeylerle uğraşmam gülünç oluyor.
Reklam
"Niçin her zaman uyanık değiliz", diyordu. "Niçin canlı bir vücudu, bir tahta bir taş yapan o rüyasız uykular gibi, etrafımızdan habersiz yaşıyoruz. Bu zenginlik içimizde iken, küçük tasaların, zavallı hesapların uğrunda ömrü harcamak ne kadar kötü."
Sade ölüler mi, yaşayanları da ancak bu suretle anlayabilirdik, "Onları kendimizden ayırmamız neden sanki? Niçin her canlı mahlukla bir duvar arkasından konuşmağa çalışıyoruz. Eşyaya bile geçirdiğimiz o sıcaklığı insanoğlundan esirgiyoruz? Hatta asıl olan yaşayan ve duyanla birleşmek değil midir?"
Hakikatte ömrümüz bu cinsten bir yığın ölümlerle dolu idi. Ölmüş saatlerimiz, günlerimiz, senelerimiz olduğunu, yıllarca farkına varmadan bir hiçin sarraflığını yaptığımızı, yaşamadan yaşadığımızı kim inkâr edebilirdi. "Hatta öyleleri var ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler..."
Tıpkı o hindi gibi." diyordu. "Nasıl onu ancak sofrada yani kendisi olmadığı zaman tanıyorlar ve tadıyorlarsa, beni de öyle, kendilerine benzediğim zaman, kendim olmadığım, kendimi ve düşüncelerimi inkâr ettiğim zaman seviyorlar. Sofrada seviyorlar. Şaka ettiğim zaman seviyorlar. Ciddî işlerini artık benden gizliyorlar."
Sayfa 211
Okursanız bu yazıları, aralarında bir birlik, bir bütünlük var mı? Birbirini tutuyor mu? Pek araştırmayın orasını. Bunlar da günlerin, birbirine uymaz günlerin getirdikleridir, kimi bir yana eğilir, kimi öte yana. Hepsini de inanarak, bir doğruyu söylediğimi sanarak yazdım. Sonra o doğrular beni bırakıp kaçmış olabilirler. Niçin koşayım arkalarından? Onların yerine de başka doğrular geldi. Yel alıp götürecek bütün bu yaprakları. Hepsi de dağılıp çürümeden önce bir kişinin gözü bir tanesine bir an takılırsa... İşte budur bir yazarın beklediği.
Sayfa 164
Reklam
Nurullah Ataç'ın Orhan Veli hakkında yazdığı bir yazı.
O küçücük kitabı karıştırırken bir üzünç çöküyor kişinin içine: bir şair yaşamış, sevmiş sanatını, uğraşmış, anlamıyanların gülmelerine, kaba, bayağı sözlerine karşı koymuş, bütün bıraktığı işte bu... Küçümsemiyorum o eseri, bilmiyorum değerini, bizim şiir, sanat anlayışımızı, dünya görüşümüzü tazeliyiverdi. Ama Orhan Veli yaşasaydı daha çok şeyler verebilirdi. Günden güne olgunlaşıyordu; hem olgunlaşıyor, hem de sanattaki devrimciliğinden ayrılmaksızın, özüne hıyanet etmeksizin değişiyordu. Yaşlandıkça uslanan, şu içsiz, sevgisiz, inansız, kendi kendilerine araştırmalara girişmekten korkan, yerleşmiş kanılara bağlanıp sağlıklarında yok oluveren kimselerin uslanmak dedikleri pısırıklığa düşecek insanlardan değildi o. Yaşasaydı düşüncesi günden güne zenginleşecek, genişliyecekti. Kendi sanatını savunmak, kendi değerini belirtmek için başkalarını küçültmeğe kalkışanlardan da değildi.
Sayfa 202
Düşüncemizi kendi haline bırakmalıyız, Keziban; değişecekse değişsin; değiştiğinin farkına varmadan değişsin... Hani samimilik, özdenlik deyip duruyorlar: hiç değişmiyen, hep bir örnek düşünen kimselerin özdenliğine inanamam; karşılarındakilerden, belki kendilerinden bile sakladıkları, kovmak istedikleri düşünceleri vardır.
Sayfa 143
Göz korkunç bir şahit, değil mi? Yahut korkunç ayna... Her şeyi, ifşa ediyorlar. Hele hislerimizi gizlemek isteyince bakışlarımız nasıl değişir? Kaskatı olurlar. Ve biz gizledik sanırız.
Deniz, biliyoruz ki insanoğlu için güvenilecek bir unsur değildir. Onu başından düşman olarak aldığımız için su bizde mukavemet, müdafaa ve zafer sevkitabii ve ihtiyaçlarını uyandırıyor... Halbuki toprak böyle değil; o insanlığın en güvendiği unsurdur, Saadetini, refahını, emniyetini ona bağlamıştır. Onu her zaman itaatli, müşfik veyahut hiç olmazsa lâkayt ve sakin görmeğe alışmışızdır. Toprağın sarsılması işte bu emniyetin yıkılmasıdır ve bir dost tarafından hançerlenmeğe benzeyen vahim bir hâli vardır. Onun için denizden gelen tehlike karşısında atik ve cesaretli kesilen insan, topraktan gelen tehlike karşısında maneviyatını kaybetmiş bir sürü şekline giriyor.
Sayfa 90
Hayatımın üzerinde düşünmeğe başlamıştım. Bütün iradem, bütün gayretim bir daha o eski sükûneti bana iade ettiremedi. Gündelik hayatımla arama, yaşanmamış rüyaların azabı girmişti. Hayat oyununu en büyük ciddiyetle oynamağa hazırlandığım bir ânda geçmiş yıllar, karşıma dikiliyor ve benden hesabını soruyordu. O günden sonra artık bir ân bile yalnız değildim; soframda, yatağımda, çalışma masamda bir misafir, dişleri hiddet ve kinden kısık, gözlerinde boşa gitmiş bir ömrün bütün bıkkınlığı toplanan bir zavallı vardı ve bana pişmanlığın şuuruyla kısılmış sesi durmadan fısıldıyordu: "Ömrünü, ömrünü ne yaptın?" Ve ben bütün uzviyetimde bir yılan gibi gezen bu zehirli sesin tembihi altında yapacağımı unutuyor, ânı ve mekânı unutuyor, başta kendim olmak üzere her şeyden, yaşanmış ömrümden, gelecek senelerimden, bütün etrafımdan nefret ediyor, kaçmak, kaybolmak, kurtulmak istiyordum.
Sayfa 79
889 öğeden 16 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.