Hastalık kavramı günbegün genişletilerek, sağlıklı insanlar hasta olduklarına ikna ediliyor. Dünün mahcup çocukları, bugün toplumsal endişe bozukluğu tanısıyla ilaç alıyor. Sokaklarda özgürce tepinemediği için kurtlarını evde döken çocukların bir kısmına hiperaktif yaftası yapıştırılıveriyor.
Yerinden kımıldamayan, ayağına bağlanmış prangayı fark etmez. Arzu ve dürtülerimizin esaretine girdiğimizde, onlara direnmenin nasıl bir şey olduğunu unuturuz. Rüzgârın kuvvetini ancak ona karşı yürüdüğümüzde hissederiz.
Modern dünya bizden hızlı davranmamızı istiyor. Zihinsel zaman hızlanırken duyguların zamanı kendi yavaş ritmiyle ilerliyor. Zihnin zamanı ile duyguların zamanı arasındaki yarık büyüyor. Görmezden gelinmiş, ihmal edilmiş, işlenmemiş duygular ise bir endişe nöbeti veya iç huzursuzluğu şeklinde bizi yokluyor. Bu endişeden kaçmak için daha çok hızlanıyor, hızlandıkça insanlığımızın dokusunu oluşturan duygularımızdan daha da uzağa düşüyoruz. Ve sonra, ileri yaşlardan geçmişimize baktığımızda kocaman bir boşluk görüyoruz, yapmak uğruna olmayı feda ettiğimiz, sevdiklerimizi yeterince sevmediğimiz, içimizde ifade edilmeyi bekleyen sözcükleri dillendiremediğimiz, sadece bize ait olan bir hikâyeyi söze dökemediğimiz için, varoluşsal bir suçluluk hissine mağlup oluyoruz.
Hız uyuşturuyor. Artık her yerde ve hiçbir yerdeyiz. Orada ama buradayız. Dostumuzla sohbetteyiz ama telefonun veya sohbet ağının ucundayız. Aslında bütün varlığımızla bir yerde değiliz, parça parça orada ve buradayız. Anlaşmak için zaman gerekir, zaman ve mekân. Konuşmanın yanında susmak da gerekir, birbirinin söylediğine dikkat kesilebilmek, kalbini dostunun kalbine yaklaştırmak gerekir, insana ve gerçek hayata ayrılan zaman azaldıkça yabancılaşma çoğalıyor. Gerçek hayattan ayrışan bilinç, sanal ses ve sanal sohbetle uyuşuyor.
Günümüzün gençleri, klavyelerin ucunda ışık hızıyla seyahat ediyor ve fakat hiçbir yere ulaşmıyor. Çok hızlı giderseniz içinizde olup bitenleri özümseyecek ve onu kendi duyarlılığınızın bir parçası kılacak kadar vaktiniz olmaz.
"Ancak tüm bu yapılması gerekenler arasında, çocuklar gerçekten çocuk olmaya zaman bulamıyor. Sınırlarını aşması için zorlanan çocuk endişe belirtileri gösteriyor. Yalnız kalmaktan, hata yapmaktan korkuyor. Yalnızlıkla baş etmek için içsel kaynaklarına müracaat edemiyor. Hep dışarıdan kendisine yönelecek bir ilgi arayışında olabiliyor."
İçinde bulunduğumuz çağ. "şimdi'yi yaşamamıza fırsat vermiyor, her şey gelecek için yapılıyor. Bu duru- mun bizde yarattığı zorlanma duygusu da, bizim ihtiyaçlarımızın çocuklarımızın ihtiyacından önce gelmesine, bu yüzden onları acele ettirmemize neden oluyor. Çocuklarımızı kolayca şekil ve kıvam verilebilir, her türlü eğip bükmeye müsait varlıklar olarak algılıyoruz. Dolayısıyla da, onlardan bizim ihtiyaç, program, ilgi ve bakış açılarımıza uymalarını bekliyoruz. Sonuç ise fazla programlanmış, endişeli ve mutsuz çocuklar.
Evlilikte öncelik karşıdaki insanı kendinden bağımsız bir birey olarak kabul etmekmiş; onu değiştirmeye ve istediğin yönde şekillendirmeye çalışmak, kendince mantıklı olan davranışı dayatmak insana mutluluk değil, zorunluluk duygusunu getirirmiş. İki farklı yaşam biçimini tek çizgide birleştirmenin zorluğuna ek olarak eşimin ailesini, özellikle annesini, rakip gibi algılayarak baştan önyargılı ve sevgisiz başlamak, en hatalı davranıştı benim için.
"Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama şu cümle çok hoşuma gitmişti ve düğün davetiyemize de yazdırmıştık;" SEN VE BEN GAFLETİNİ AŞIP BİZ OLANLARIN RIZKIDIR AŞK. "
Sadece bir "birey" erkek ya da "birey" kadın ile evlenmiyor- sunuz; eşiniz olacak kişinin toplumsal ilişkileri ile de, yani ailesi, arkadaşları, dostları, çevresi, yöresi, kültürü, mutfağı, folkloru, gelenek görenekleri ile de evleniyorsunuz.