Sinem Aytop ile klasikleri okuma kararı aldık. kendim için liste hazırlarken güncel liste eksikliğini fark ettim. eksikliği gidermek için buradan da paylaşıyorum.
1) kuyruklu yıldız altında bir izdivaç
yaşarken ölümü aklımıza getirmeyiz. zaten sağlıklı olan da budur. sürekli ölümü düşünmek anksiyete bozukluğuna yol açabilir. peki ya hiç düşünmemek ne kadar doğru? ölümü düşünmek bize ne kazandırır?
ivan ilyiç’in ölümü’nü okumak bana ölümün biricikliğini, deneyimlenmesinin imkansızlığı ve yaşayacağımız bir tek hayatın olduğunu hatırlattı. ölümü ancak çok yakınımızdan birisinin başına gelirse deneyimleme şansına sahibiz. böyle bir durumda bile aslında edindiğimiz deneyim hayatımızın sonlanması değil bir gün sonlanabilme ihtimali olduğudur. giden kişiyi çok sevsek bile istemeden de olsa ölen kişinin biz olmadığına seviniriz. üzüldüğümüz şey, gidenin hayatımızda oluşturduğu boşluktur. ölüm anında ne olduğunu, nasıl hissedildiğini ölümü tatmadan asla bilemeyeceğiz.
ivan ilyiç’in ölümü’nde, kendince başarılı ve ortalama bir hayat süren yüksek rütbeli bir yargıcın yavaş yavaş ölüme gidişini okuyoruz. yargıcın hayatını okuduktan sonra ölümün sahneye gelmesiyle bir insanın “Belki de sürdüğüm yaşam, sürdürmem gereken yaşam değildir?” sorgulaması başlıyor. okurken o kadar doğal geldi ki bu iç hesaplaşma. oldukça insani, isyan ve şüphe doluydu. ivan ilyiç, yaşadığı hayatı gözden geçirirken mutlulukla hatırladığı tek zaman çocukluğuydu. belki de kaygısızca, hırs ve dünyevi şeylerin büyüsüne kapılmadığımız tek zaman dilimi olduğu içindir bu.
ölüm var. sürekli olmasa da arada bir hatırlamak lazım. yaşamımızı düzenlerken sormak lazım. “yaşamak istediğim hayat bu mu?”
1842’de yazdığı bu uzun öykü ile gogol, az sözcük ile hem devlet hem toplum eleştirisi yapmış, akaki akakiyeviç ile küçük insanı yaratmıştır. gerçekçi rus edebiyatın mihenk taşlarından biri olan palto’yu okurken bazen gülümseyecek bazen de gözleriniz dolacak.
PaltoNikolay Gogol · Can Yayınları · 202036,8bin okunma
öncelikle murathan mungan’dan okuyacağım için daha farklı bir üslup beklemiştim. lakin romanı yapısı ve üslubu olarak başarılı bulmadım. kurgunun içinde çözüme kavuşmayan olaylar, yazarın olayın akışında aralara girip farklı şeylerden bahsetmesi beğenmeme sebeplerimden bazıları. 90ların siyasi olaylarını bilmediğimden farkındalık olması için iyi bir okumaydı. ancak bunu yaparken de terör, cemaatler ve devlet üçgenine tarafsız bakamadığı için yine benim adıma eksik bir eser oldu.
Başkalarının bizimle aynı doğayı paylaştığını bilmek, basit bir terbiyedir. Sonra ekliyor hemen: Kendimizi yerel bir örnek, dünyalar arasında bir dünya olarak görmek ise terbiyenin en zor aşamasıdır...
çok çocuklu, dar gelirli bir ailenin en büyük kızı olan catherine, aile dostlarına bir gezide eşlik eder. daha önce evinden ayrılmamış genç kızımızın insanlarla tanışmasını, aşk maceralarını konu ediniyor kitap. zengin bir eş, gelin, damat arayışında olan o dönemin insanları arasında sevgiyi ararken neler olacaktır hayatında?
yazarın ilk kitabı olduğunu göze almak gerekiyor. yoksa okurken biraz sıkılabilirsiniz. karakterlerin gelişimini görebiliyoruz okurken. austen’in olaylara mizahi yaklaşımını görmek de mümkün. sadece kurgu olarak biraz sönük kalmış. eserlerini kronolojik olarak okuyacaksanız bu kitaptan sonra sıkıcıymış deyip vazgeçmeyin.
“Kimse bugüne kadar bana gelip de seni rüyamda gördüm demedi. Yani düşün onca ömür tüketmişim. Onca kişiyle hukukum olmuş ama kimse gelip de demedi. Başkasının rüyasına girmedim hiç. Yalandan bile olsa ona da razıydım ama biri gelip duymak istediğim o cümleyi söylemedi."
birini rüyada görmek ne kadar da olağan bir şey değil mi? birinin rüyasına girmek istemek nasıl bir yalnızlığın yansımasıdır? muhlis bugüne kadar okuduğum en yalnız karakterlerden biri oldu. öylesine yalnız ki "Allah sanki yalnızlığı herkese pay ettikten sonra kalanını öylece bana bırakmış. İstasyonda herkesi uğurlayan, herkesin arkasından el sallayan adamım ben. Onlar bavulunu alıp gittiler de özlemlerini taşıyan ben kaldım. Kalakaldım." diyor.
muhlis’in yalnızlığının okuyucuya geçmesinin dışında teknik olarak da romanı çok başarılı buldum. kısa, öz ama bir o kadar da vurucu. bir yerin öyküsüyle karakterin öyküsü iç içe geçmiş, satırların ağırlığına rağmen su gibi akıyor. bir de merak unsuru var ki roman boyunca olacaklarını hissetsem bile “acaba” sorusu eşliğinde sayfaları çevirdim. yalnızlık, çekip gitme isteği, aşk, kalp kırıklığı, utanç gibi birçok duyguyu bu kısa romanda yaşatabildiği için, kendine has üslubu ile türkçe okumanın zevkine vardırdığı için ali bey’e teşekkür ederim. türkçe edebiyat sevenlere de şiddetle tavsiye ederim.