Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Beyza Bircan

Algıladığın nesneler değişken ve istikrarsızsa, bizim duyu organlarımız güçsüz ve yanlış izlenimlerle kolayca kandırılabiliyorsa, zayıf ruhumuzun kendisi kandan bir nefesse ve böyle bir dünyada itibar beyhudeyse seni hâlâ bu dünyada tutan ne? Peki ne yapmalı? İçtenlikle yeryüzünden silinmeyi ya da bu dünyadan göçmeyi beklemeli. Fakat o zaman gelene kadar neyle yetinmeli? Yetinmemiz gereken tanrıları onurlandırmak, onları methetmek, insanlara iyi davranmak, onlara katlanmak ve sabretmektir. Etin ve nefesin sınırlarının içindeki şeylerin sana ait olmadığını, senin kontrolünde olmadığını hatırlamaktır.
Reklam
Sabahları kalkmayı canım istemedikçe şunu hatırla: “İnsanlık görevi için kalkıyorum.” Eğer bunun için doğduysam, bunun için dünyaya gönderildiysem neden huysuzlanıyorum? Çarşaflara örtülere sarılıp kendimi ısıtayım diye mi yaratıldım? “Fakat bu daha keyifli.” Öyleyse keyif çatmak için mi dünyaya geldin, eyleme geçmek, çaba harcamak için örümceklerin, arıların üstlerine düşen her şeyi yaptıklarını, ellerinden geldiğince dünyanın düzenine katkıda bulunduklarını görmüyor musun? Ve sen insanların görevlerini yerine getirmesini istemiyorsun öyle mi? Kendi doğanın sana buyurduklarını yapmakta acele etmeyeceksin öyle mi? Kendi doğanın sana buyurduklarını yapmakta acele etmeyeceksin öyle mi? “Fakat dinlenmem gerek.” Tabii ki, benim de dinlenmem gerek. Yine de doğa yemek, içmek gibi bunun da ölçülerini ve sınırlarını belirlemiştir, oysa sen yararlı dinlenme ölçüsünü aşıyorsun. Fakat eyleme gelince gereğinden azını yapıyorsun, hatta payına düşen ölçünün altında kalıyorsun. Aslında sen kendini sevmiyorsun; sevseydin doğanı ve doğanın gereğini de severdin. İşlerini seven insanlar, çalışırken yemek yemeyi, yıkanmayı dahi unuturlar. Fakat sen kendi doğana, bir işlemecinin işlemesine, dansçının dansa, paragözün paraya, kendini beğenmiş birinin küçücük şöhretine verdiğinden daha az değer veriyorsun. Ve böyle insanlar ne olursa olsun işlerine karşı tutkulu bir sevgi beslerler; yemek yemeyi, uyumayı unuturlar ve zamanlarını harcadıkları işleri daha da ileri götürmek isterler. Toplum yararına olan işler sana daha değersiz ve daha itibarsız mı görünüyor?

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Yaşayacak on bin yılın varmış gibi davranma. Kaderin başının üzerinde asılı. Yaşadığın sürece mümkün olduğunca iyi ol.
İnsanlar kır evlerinde, deniz kenarlarında ve dağlarda inzivaya çekilecek yer arar; sen de buna şiddetli biz özlem duyuyorsun. Fakat bu özlem çok cahilcedir. Eğer inzivaya çekilme isteği duyuyorsan, gayet mümkün ve basittir bu: İnsan dilediği zaman kendi içinde inzivaya çekilebilir. Üstelik insan inzivaya çekilmek için kendi içinden, kendi ruhundan daha huzurlu, daha sakin hiçbir yer bulamaz, özellikle de kendinde inzivaya çekildiğinde ona huzur verecek şeylere sahipse. Huzur dediğim zarif bir düzendir aslında. Kendini sürekli böyle bir inzivaya çekilmeye ver ve kendini yenile: Ancak önermelerin çok kısa ve özlü olsun ki, tüm acılar bir anda silinsin ve oradan hiç yıpranmadan dönebilsin.
Reklam
Başkalarının verdiği imkânla ışık saçan biri olma, başkalarının yardımıyla elde edilecek sükûnete ihtiyaç duyma. Özetle bir adamın kendi başına dik durması gerekir, dik tutulması değil.
Ruh, bir insandan tiksintiyle uzaklaştığında, ya da sinirlenenlerde olduğu gibi karşısındakine zarar vermeye niyetlendiğinde de kendine saygısızlık eder. Üçüncüsü zevk ya da acının hâkimiyetine girdiğinde de ruh kendine saygısızlık eder. Dördüncüsü rol yaptığı, gerçeğe aykırı, sahte bir şeyi yaptığı ya da söylediğinde ruh kendine saygısızlık eder. Beşincisi herhangi bir teşebbüsünü ya da tutkusunu amacı olmayan bir şeye yöneltilirse ve hesapsız, tutarsız bir şekilde herhangi bir şeye çaba harcarsa, ruh yine kendine saygısızlık eder; en ufak şeylerin bile belli bir nizama göre sonuna kadar yapılması gerekir.
Hayatta yıpranmış, dürtüsünün ve düşüncesinin tamamını yönlendirecek bir amaca sahip olmayan kimseler, yaptıkları işlerde ahmakça davranır.
Kendime hâkim olmayı ve hiçbir şeye göre şekillenmemeyi; hem bütün zor durumlarda hem de hastalıklarda iyi kalpliliği; hem teskin edici hem de ağırbaşlı, ılımlı bir mizaca sahip olmayı; yorulmak nedir bilmeden görevlerimin üstesinden gelmeyi; söylediğim sözleri düşünerek söylediğim, yaptığım işleri de kötü yapmadığım konusunda herkesin güvenini kazanmayı öğrendim.
Arkadaşlardan apaçık lütufların nasıl kabul edileceğini, bu lütuflar yüzünden ödün vermemeyi ve onları reddederken katı olmamayı öğrendim.
Reklam
Stoacılar felsefeyi üçe ayırır: Mantık, Fizik ve Ahlak. Stoacılara göre felsefe yaşayan bir canlıdır. Mantık, bu canlının kemiklerini ve sinirlerini, Fizik etli bölgelerini, ahlaksa ruhunu oluşturur. Stoacılar bunlar arasındaki ilişkiyi şöyle ifade eder: “En üstün iyi, erdemdir; erdem, doğayla uyumlu yaşamaktır, doğayla uyumlu yaşama, doğanın doğru bilgisini edinmekle mümkündür. Bu bilgiye de belirli bir yöntemle ya da bir ölçütle ulaşılır. İyinin bilimi ahlaktır. Doğanın bilimi fiziktir. Bilginin ölçütü ise mantıktır.” Fakat biri olmadan hiçbiri tam olarak görevini yerine getiremez.
Ücretsiz olduğu takdirde saçmalık olarak görülen bir şey, işin içine para girdiğinde birden bir saygınlık kazanır.
Yani bir kadın yazıyor idiyse, herkesin ortak olarak kullandığı bir odada gibi, “Kadınların kendilerine ait diyebilecekleri… yarım saatleri bile yoktu.” Yani, birileri sekteye uğratmadan yarım saat boyunca bile çalışmaları mümkün değildi. Yine de, o şartlar altında bile bir şiir ya da bir oyun yazmaktansa, düzyazı ve kurmaca yazmak sanki daha kolay olurdu gibi geliyor bana, zira bunlar daha az odaklanma gerektirirdi. Jane Austen ömrünün sonunda dek hep o türde yazmıştı. “Bütün bunların nasıl başardığı, beni çok şaşırtmıştır,” diye yazmıştı anılarında erkek yeğeni, “zira çalışmak için çekilebileceği ayrı bir odası yoktu ve çoğu kez ortak olarak kullanılan bir oturma odasında, günlük hayatın her türlü sektesine açık olarak çalışmak zorunda kalmış olmalıydı. Ayrıca da, hizmetkârlarda, konuklarda ya da kendi ailesi dışında herhangi bir kişide neyle meşgul olduğuna dair şüphe uyandırmamaya özen göstermesi de gerekiyordu hiç kuşkusuz.” Jane Austen müsveddelerini saklar ya da üzerlerini bir kurutma kağıdıyla örterdi.
Keats, Flaubert ve deha sahibi diğer adamlar, dünyanın vurdumduymazlığına katlanmakta büyük güçlükler çekiyorlardı ama kadının katlanması gereken en büyük sorun bu duyarsızlık değil, dünyanın ona karşı takındığı düşmanca tutumdu. Dünya ona, erkeklere söylediği gibi, ‘Canın istiyorsa otur yaz, benim için fark etmez,’ demiyordu; ona kahkahalarla gülüyor ve ‘Yazmak mı? Sen yazsan ne olur, yazmasan ne olur,’ diyordu.
Kaldırımda gelen geçene omuz atarak kendilerine yol açan kişileri izlerken, hayatın her iki cins için de her daim mücadele gerektiren zorlu ve çetrefilli bir süreç olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Ayakta kalabilmek için müthiş bir cesaret ve dayanma gücüne sahip olmak şarttı. Vehimlerle dolu yaratıklar olduğumuz için, bu süreçte özgüven sahibi olmak belki de en önemli şartlardan biri olarak ön plana çıkıyordu. Özgüvenimiz olmadan, beşikteki bebekler gibiyiz.
143 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.