Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Cengiz Tolstoyevski

Napoléon 26 Nisan'da ordusuna Cherasco'da coşkulu bir bildiriyle seslendi: "Bugün sizler yaptığınız hizmetlerle Hollanda ve Ren ordularından hiç de aşağı kalır bir yanınız olmadığını kanıtladınız. Yoksunluğunu çekmediğiniz hiçbir șey yokken bile sizden istenen her şeyi eksiksiz yerine getirdiniz. Topunuz yoktu, muharebeler kazandıniz. Köprünüz olmadan nehirleri aştınız; çizmesiz, pabuçsuz cebrî yürüyüşler yaptınız. Tepenizde bir çadır, içinizi ısıtacak bir sişe alkol ya da açlığınızı bastıracak bir lokma ekmek olmadan nice geceler devirdiniz... Ancak bugün doyasıya yiyip içeceksiniz!" Sözlerine şöyle devam ediyordu Napoléon: "Sizlere Italya' nın fethini vadediyorum ancak tek bir şartım var: Gittiğiniz yerlerdeki insanlara saygiyla muamele edecek, düşmanın makús durumundan cezbeye gelip soysuz alçaklar gibi korkunç yağma olaylarına girişmeyeceksiniz."
Reklam
"N’aparız böyle düşünürsek hepimiz? Soluk almak bile imkânsızlaşmaz mı? N’apmalı? Yaşamamalı mıyız?” “Her çeşit hergeleliği, namussuzluğu, soygunu ortadan kaldırmaya çalışmalıyız, ancak insanın insana kahpelik etmesi ortadan kalkınca kurtuluş var. Çok düşündüm. Bugünkü dünyada, Allah’a sığınamıyorsun kişisel sorumluluklarından... Toplumun baskılarını da özür olarak ileri süremiyorsun. Çünkü sorumluluğu ancak hür insan duyar. İnsan bu konuda kendi kendisini yaratıyor. Düşünme, dayanma, hayal etme gücümüz ne kadarsa o kadar insanız. Yaratılmış olmanın, toplum baskılarının özürüne sığınamayız. Sorumluluk idrakine varmış insan, sınırsız olarak hürdür. Hürlüğü arttıkça sorumluluk artar. Artan sorumluluk karşısında ister istemez bunaltı duyarız. Anlıyor musun küçük abla, niçin uyumuyorum gecelerdir.
Peki nasıl mutlu olabilir namuslu insanlar bu durumda? Bırak mutluluğu, nasıl yaşanabilir adam gibi? Hiç mutluluk yok mu namuslu insana?” Bunca yıldır evine kaçmakla bütün sorumluluklardan kurtulacağını sanmıştı. “Evine kaçmakla öyle mi? Etliye sütlüye karışmamakla... Bu kadar kolay mı, kurtulmak... İnsan gibi yaşamak... Bu kadar kolay mı adam olmak?”

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Peki dayıcım... Nasıl oldu da boş veremediniz böyle bir düşünceye? Bunaltıyı neden yenemediniz kolayca? Oysa ölümden sonrasına hiç inanmazsınız! ‘Sonrası boşluk,’ dersiniz.” “Derim, evet... Bunu da ölçüp biçtim. Ölümden sonranın yokluğu meğerse ölüler içinmiş, alık oğlum, diriler için orası da hesaba katılacakmış meğer.
İnsan gerçekten mutlu olayım derse, üstüne yüklenen sorumluluğun gereğini sonuna kadar yerine getirip kurtulmalıdır. Gerçek hürlük budur bence... Korkuya... Hatta ölüme karşı gerçek direnci veren hürlük!”
Reklam
Gelelim korkmazlığa... Deli olmayan herkes korkar. Ben de çok korktum. Bu korkunun altında ezilmedimse... Yaptığım işin kimseye kötülük etmediğine kesin inandığımdandı. Kaç kez sordum kendi kendime... ‘Başka türlü yapabilir miydim?’ Hayır... Demek burdaki kesinlik de en az ölümdeki kadar... Başka türlü davransam kendime karşı sorumlu düşerdim. Türkçesi: Suçlu düşerdim. Zor yaşar kendi kendisinin gözünden düşen adam... Mutlu olmak imkânlarını yitirir. Evet, tehlikeyi savuşturmak için alçalmaya, onur kırıcı biçimde yalvarmaya sapmadım. Korkmazlığı karşımdakilere saldırmakta da aramadım. İnsanlığımın yüklediği sorumluluğu kabullendim. Gücümün yettiğince sırtladım.
Bir politikacı için en müthiş ceza, devletinin kendi elinde batmasıdır. Bunun hiçbir özrü yoktur. İmparatorluğu elimize geçirdiğimiz zaman nüfusu 35 milyondu. Yedi düvelin kâğıt üstünde de olsa bizim saydığı bir milyon sekiz yüz bin kilometrekare toprağı vardı. Sınırları Kongo’yu, Sudan’ı, Eritre’yi, Somali’yi içine alıyordu. Tunus, Fas, Libya, Mısır, Kıbrıs resmen kaybedilmiş değildi. Bu koca imparatorluk bizim elimizde ölmüştü. Suç ne kadar büyükse, çekilecek cezanın da o kadar büyük olması gerekir. Biz dünyanın en ağır suçunu, biraz tartaklamayla savuşturulur sandık. Bu anda yüzüme vuran darağacı gölgesi, suikast suçlusu olduğumdan değildir Emincim... Büyük suçun gölgesidir bu... Tarihin örneğini yazmadığı kurtlar boğuşmasına girip yenik düştük. Kurtlukta düşeni yemek kanundur.”
İçerde devlet desteğiyle yerli zengin yetiştirmeye sapıldı mı, bunun, bizim gibi memleketlerde üst idareci kadrolara sıvaşmaması mümkün değildir. Üst idareci kadrolar milli zenginliklerle ortaklıklar da kursalar, rüşvet karşılığı aracılık da yapsalar, keselerine attıklarının her zaman on katını, çoğu zaman hatta yüz katını şuna buna sus payı verip
Nerden çıkardın şimdi bunu? Bana mı öğreteceksin palavracıyı? Hiç o kadar geveze suikastçı görülmüş mü? Yazık size! Bunca tehlikeli silah oyunlarına girip çıktınız. Nerde denedin sen bu rezili? İktidara çalışırken denedin. Babam da yiğittir arkasını iktidara verdi mi!
1925 yılının 13 Şubat’ında Doğu’da Şeyh Sait ayaklanması patladı. Bundan 12 gün sonra Başvekil Fethi Bey, ana muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ne Şükrü Kaya Bey’i yollayarak partiyi kapatmalarını, yoksa kan döküleceğini bildirdiyse de, 6 gün sonra yerini İsmet Paşa’ya bırakarak çekilmek zorunda kaldı. Hemen “TAKRİR-İ SÜKÛN” adlı bir kanun çıkarılıp gazetelerin kapatılmasına girişildi. Biri başkaldırma mıntıkasında olmak üzere iki İstiklal Mahkemesi kuruldu. Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’nin İstanbul şubeleri basıldı. Şeyh Sait İsyanı 62 gün sürerek 15 Nisan 1925’te bastırılmıştı. Bundan bir buçuk ay sonra, muhalif partinin basılan şubelerinin kapatılmasına Ankara İstiklal Mahkemesi karar verdi, bu karar Vekiller Heyeti’nce onaylandı. Büyük gazetelerin başyazarları bu arada Elaziz’deki İstiklal Mahkemesi’ne gönderilmiş, gazeteleri geçici olarak kapatılmıştı. Ötekiler vartayı bu kadarla atlattılar ama Hüseyin Cahit beş yıl sürgün cezasına çarptırılıp Çorum’a gönderildi. Daha sonra, iktidar gazetelerinin “BÜYÜK İNKILAPLAR” adını taktıkları değişmeler sökün etti. Kastamonu’ya giden Gazi Paşa, “Buna şapka derler,” diyerek kafasına hasır şapkayı geçirdi. Yedi gün sonra “Memurlar şapka giyecek” emri çıktı. Bir ay sonra İstanbul’un ikinci seçmenleri, o zamana kadar “Vatan kurtaran aslan” olarak tanıtılan Kâzım Karabekir, Rafet Paşalarla eski başbakanlardan Hamidiye kahramanı Rauf ve eski bakanlardan Adnan Beylerin mebusluktan çekilmelerini isteyen bir bildiri yayınladılar.
Reklam
Kara Kemal Bey düşüncesinin burasında, hep öyle biraz kederli, gülümserken, önce kaşlarını çattı, sonra yerinden kalkacakmış gibi davrandı. Asıl en önemlisini unutmuştu. Bundan yirmi altı gün önce, 18 Mayıs’ta, Şeyh Sait İsyanı yüzünden kurulan İstiklal Mahkemelerinin çalışma süresi 7 Mart 1927’ye kadar uzatılmış, bu karar, başkaldırmanın bastırılmasından tam on üç ay üç gün sonra alınmıştı. Daha önemlisi, kurulurken idam yetkisi tanınmamış olan Ankara İstiklal Mahkemesi’ne bu yetkinin verilmesiydi. Artık bu mahkeme, sekiz ay yedi gün sürece avukatsız adam yargılayacak, Yargıtaysız margıtaysız adam asabilecekti.
Emin Bey bir sigara yaktı: “Tanışır mısınız Mustafa Kemal Paşa’yla? ‘Eskiden’ demek istedim, yakından...” “Yeterince...” Gülümsedi. “Dost olmak için de, düşman olmak için de yeter tanışlığımız...” “Anlamadım.” “Yakup Cemil meselesini başarıp Enver’i devirebilseydik, kabineye alacaklarımızdandı Sarı Paşa... Mütareke’de, Sadrazam Tevfik Paşa’yı kaçırmaya karar vermiştik...” “Kiminle? Nasıl kaçırmak?” “Gazi Paşa’yla... Tevfik Paşa’yı İstanbul dışına kaçırıp Padişah’tan yeni kabine isteyecektik. Harbiye Nâzırı olacaktı Mustafa Kemal Paşa... Canbulat’la Rauf üstümüze geldiler, emir erinin aptallığı yüzünden... İsmail Canbulat bizi baş başa görünce pirelendi. Hırçınlık etti boş yere... Komitacılıkla suçladı Paşa’yı... Meğer yemin etmişler, İttihatçı metotları kullanmamaya... İsmail Canbulat’ı bildin, hani şu, evinin kapısında kanun çavuşunu öldüren komitacı...” “N’oldu sora?” “Kaldı Tevfik Paşa’yı kaçırmak işi...
İstiklal Mahkemelerinin çoğunlukla bizim ikinci takım döküntülerinden kurulması rastlantı değildir. Böyle işlere yatkınlığımız, sınavlara vurulmuş, ölçüp biçildikten sonra iyi değerlendirilmiştir. Biz her çeşit savunuyu suç saymışızdır. Bu yol, muhaliflerini gerçek suça itelemek yoludur. Varılmak istenen yer de, muhalifsiz hükümet etmek... Çok düşündüm, muhalefetsiz hükümet etmek isteği, devleti alet ederek, hiçbir ceza korkusu duymadan bol bol suç işleme zevkinden geliyor. Ceza görmemek güvenini sağlayıp keyfince en namussuz suçları işleyeceksin... İşte insanoğlunun düşebileceği en sefil çirkef çukuru... Bir kez bu yokuştan teker meker kaymaya başladın mı, olduğundan yüz kat, bin kat kıyıcı kesilirsin. Canavarlaşırsın. Her an alçaklık etmekten artık kendini çekemezsin! Önüne çıkanları, bir korkulu rüyada, karakancalostan kurtulmana biricik engel görürsün. Ezmeden geçemeyeceğine inanırsın.
Balkan yenilgisi de olağan değildir. Alman oyunudur. Dediğim gibi, yirmi beş yıldır ordumuzu Almanlar eğitiyordu. Bütün birliklerde danışmanları vardı.” “Ne umdular yenilgimizden?” “Kendimize karşı güvenimizi yitirecektik. Yabancılarla içli dışlı oldun mu, sana milli politika güttürmezler. Direnmeye başlarsan, birini musallat edip yenik düşürürler. Körlemeden yenersen, başarı onların sayılır. Nitekim, Balkan’da yenseydik, başarısı ordumuzu eğiten Alman heyetinin olacaktı. Balkan’da o kadar rezilce yenilmeseydik, Dünya Savaşı’na o kadar kölece girmezdik.
1914’te, yabancıların ALTI BİN okulu vardı Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde... Neden açmışlar bunları? Niçin bunca parayı harcıyorlar? Akıllanalım diye mi? Hayır, işe yarar ajan yetiştirmek için... İktidara geldin mi, bilirsin gizli açık bütün yabancı örgütleri... Kim kime çalışıyor, aşağı yukarı bunu da bilirsin... Ama hiçbir şey yapamazsın! Daha doğrusu, hiçbirinin temellerine dokunamazsın! Çünkü güç yetiremez olmuşsundur çoktan... En değersiz imtiyaza dokunayım desen, gök başına yıkılır. Kanlı bıçaklı düşmanlar birleşiverir sana karşı... Dünya Savaşı başlamak üzereyken, ‘Fırsattır, şu kapitülasyonlardan bakalım kurtarabilir miyiz yakayı?’ dedik. Bizi Almanların kucağına düşürmemek için bütün büyük devletler buna yanaştıkları halde kim ‘olmaz’ dedi, bil bakalım! Ölüm kalım savaşı ortağımız Almanlar...
155 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.