Mutsuz insanların kentte yaşamaları daha iyidir. İnsan kentte yüz yıl yaşar da çoktan öldüğünün ve çürüdüğünün farkında bile olmaz. Bunu kendiliğinden anlayacak zamanı yoktur, hep meşguldür.
Herhangi bir konuda kendisinden daha kötüsünü bulamayacak, bulunca benden daha kötüsü var diyerek gururlanıp, kendinden hoşnut olmayacak tek bir alçak yoktur.
Bütün romanlarda kahramanların duyguları, yanından geçtikleri göller, çalılıklar en küçük ayrıntısına kadar anlatılır; ancak roman kahramanının bir kıza beslediği yüce aşk betimlenirken, bu ilginç kahramanın daha önce başından geçenler yazılmaz, onun genelev ziyaretlerinden, hizmetçi kızlardan, aşçı kadınlardan, başka adamların karılarından hiç söz edilmez. Bu tür edepsiz romanlar varsa da bunları herkesten çok bilmesi gereken kızların eline vermezler. Önce kızların önünde kent ve köy yaşamımızın yarısını saran böyle bir ahlaksızlık hiç yokmuş gibi yaparlar. Sonra bu yalana öyle alışırlar ki, tıpkı İngilizler gibi hepimiz namuslu insanlarız, namuslu bir dünyada yaşıyoruz düşüncesine kendileri de içtenlikle inanmaya başlarlar. Zavallı kızlar da buna ciddi ciddi inanırlar.
Fikir olarak yaratıcı ancak roman kılıfına sokulamamış bir metin. Romanın dilinden uzak cümleler rapor okuyormuş hissi veriyor, nesnellik kurgunun önüne geçiyor. Maria Puder’in gerçekten yaşadığına kanıt ararken bilgi yığınıyla doluyor sayfalar fakat bu kanıtları Sherlock Holmes gibi dedektiflik hissi yaşatarak sunmuyor yazar, okuru pasif konumda bırakıp delilleri sıralamakla uğraşıyor.