Derda ise gölgeleri geçmiş, önüne yükselen bir duvarın dibine gelmişti. Evi, o duvarın ardındaydı. Bir yanı ev, bir yanı mezarlıktı. Babası öyle istemişti. "Yapması daha kolay" demişti. "Ne güzel duvar işte. Çevresine 3 tane daha çıkalım, bir de üstüne çatı! Al sana ev!" Annesinin bütün itirazlarına rağmen, sahip oldukları parayı en doğru biçimde kullanmaya kararlı olan babası, toplam maliyetten bir duvar bedeli düşeceği için, evi mezarlığa yapıştırmıştı. Yanındakiler gibi. Bazıları bu evlere gece konu diyordu. Ama annesi "Tabut gibi!" demekten vazgeçmedi. İçinde ölene kadar.
Herkesin öyle bir hikayesi yok muydu? Başlayıp da bitiremediği. Çünkü kimsenin dinlemediği... İçine atmak, diye bir şey varken, anlatmaya ne gerek vardı?
O günden sonra Derda, hücre hücre öldü ve gün gün yaşlandı. Çünkü derdi korku değil, korkuyu beklemekti. Ve korkuyu beklemek, korkudan beterdi. Bir zamanlar, birinin yazdığı gibi...
"Baban seni almaya gelmeyecek. Ben de götürmem. Senin baban öldü." dedim.
"Öldüğünü biliyorum." diye yanıtladı Kugen. "Hava karardı ve hala beni almaya gelmedi."
Kugen'in boğazına fasulye kaçmış, boğularak ölmüştü. Açgözlü ya da pisboğaz bir çocuk değildi. Sadece çok fakirdik. Köydeki diğer bütün çocuklar Kugen'dan daha iyi bir hayat sürüyordu. Durumumuz öylr kötüydü ki, Kugen her zaman fasulye yiyemezdi.