Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

326 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
·
21 saatte okudu
GELİŞMEYE DİRENEN ÜLKE
Bu incelemede, gazeteci-yazar Cüneyt Arcayürek’in (6 Mart 1928-23 Haziran 2015) “Açıklıyor” serisinin, 1946 ile 1960 arasındaki dönemi anlattığı üç kitabını konu alacağım. Öncelikle, anı formatında bir seri olduğu için akademik bir üslup beklememeniz gerekiyor. Bununla birlikte yazar, salt kronolojik aktarım ve dönemin fotoğrafını çekme amacını gütmediğinden dolayı beklentinizi buna uygun belirlemelisiniz. Ancak, ülkenin farklı dönemleri arasındaki benzerliklerin vurgulanması, ülke politikasında nelerin değişip nelerin değişmediği, halen yaşamakta olduğumuz sorunların kökenlerinin nelere dayandığı ve basının dünden bugüne durumu gibi konular oldukça akıcı bir üslupla anlatılmıştır. Yüzde yüz objektif bir anlatım beklenilmemeli, bununla birlikte bence yazar katı bir tarafgirlik yapmadan dönemi kendi bakış açısından anlatmış. Arcayürek ailesi, Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’dan Ankara’ya gelirler. Anne Arcayürek bir öğretmendir, kocası öldükten sonra hiç evlenmemiş ve çocuklarına bakmış; oğlunun doktor olmasını istemiş ve Cüneyt Arcayürek de tıp fakültesine başlamış ancak gönlü bu meslekten yana değildir. Üniversite üçüncü sınıftayken gazeteciliğe yeni başlamış Çetin Altan’ın teşvikiyle dönemin önde gelen ve CHP’nin yayın organı olan Ulus gazetesine dahil olur. Böylece uzun ve yorucu gazetecilik hayatı başlamış olur. Ulus’taki ortam oldukça antidemokratiktir aynı dönemin Türkiye’sinde olduğu gibi. Hatta Arcayürek’in bir anısını okuyunca gözümün önüne, George Orwell’in 1984 romanı geldi. Arcayürek’i bir gün Ankara’daki bir kauçuk ağacıyla ilgili haber yapmaya yollarlar. Arcayürek gider ama gazeteden kendisine verilen bilginin yanlış olduğunu görür ve dönüp, böyle bir ağaca rastlanmamıştır diye kısa bir not bırakır. Yetkili kişinin tepkisi ise oldukça manidar olur: "Yani sana göre, parti yalan mı söylüyor?"(Birinci kitap, s.23) O dönem, bu soruya “evet” yanıtı vermek pek mümkün değildir; zira dönemin CHP’sinin ve Milli Şef’in hata yapmasını hayal etmek bile işinizden olmanız için ciddi bir gerekçe olabilir. Milli Şef ise Çankaya’da halktan oldukça kopuk tanrıvari bir psikolojide hayat sürmektedir. Halk ondan korkmakta, bundan dolayı memnuniyetsizliklerini dile getirememektedir. Şef’in etrafı ise adeta dalkavuklarla çevrilidir ancak bunda baş sorumlu yine Şef’tir. Kendini her konuda tek yetkili kılarsan sonuç bu olur. Birinci kitabı okurken aklıma, Ahmet Cemal’in “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor” denemesinin bir bölümünde Thomas Mann’dan alıntıladığı “Ya Hitler galip gelseydi?” sorusu geldi. İsmet İnönü’nün demokrasiye geçiş sürecinde bir kahraman olduğu anlatılır. Gerçekten de katkıları büyüktür lakin “Ya Hitler galip gelseydi?” yine istikameti bu mu olacaktı, diye düşünmeden edemiyorum. Bence olmazdı. Çünkü dünya antidemokratik bir vaziyet alacağı ve İnönü’nün yıllardır sürdürdüğü yönetim şekli bir diktatörlük olduğu için demokrasi getirmeye İnönü de gülerdi muhtemelen. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Varlık Vergisi olayı Hitler Almanya’sını hatırlatan tarihimizin kara bir sayfasıdır; öyle ki, “27 Ocak ile 3 Temmuz 1943 arasında, tümü gayrımüslimlerden oluşan toplam 1229 kişi çalışmak üzere Erzurum Aşkale'ye” yollanmıştır. Bunun yanısıra, dönemin CHP’sinin halktan oldukça kopuk olması, bir türlü yapılamayan toprak reformları, halkın sefalet içinde geçen hayatına getirilemeyen çözümler ve bir çözüm de aranmama izleniminin zihinlerde yer etmesi, insanların jandarma korkusunu her an üzerinde hissetmeleri, gazetecilerin ve yazarların sudan sebeplerle hapse atılması gibi kötü etkenlerin birikimi sonucunda halkın bir gözü, yeni bir oluşumun ortaya çıkmasını beklemiştir ama sessiz sessiz. Dillerinde CHP, Milli Şef olsa da gönüllerinde sorunlarını çözecek yeni bir isim beklentisi içinde olmuşlardır. Bu “yeni” ise Demokrat Parti olacak ve halk akın akın koşacaktır. DP’li yıllara geçmeden Çetin Altan ve Cüneyt Akcayürek’in yaşadığı bir olayı aktarayım: Ankara’da katıldıklarını bir balo esnasında bakanlardan birinin metresi çantasını kaybeder; bakan da herkesin içinde Çetin Altan’ı suçlar. Daha sonra, çanta tuvalette bulunsa da iş işten geçmiştir. Münferit bir olay gibi gözükebilir lakin böyle olaylar üst üste binince insan, dönemin Tek Parti yönetiminin ne kadar kibirli hatta birer tanrı gibi dolaştıklarını görebiliyor. Arcayürek, bu vaziyeti “Yönetenlerin dünyasına girmek, yabancı bir ülkenin sınırlarını izinsiz, vizesiz aşmak gibi bir şeydi,”(Birinci kitap, s.60) şeklinde kısa ama öz şekilde ifade eder. 14 Mayıs 1950’de DP tek başına iktidara gelir. CHP kibirli suratına, küçük gördüğü ve umursamadığı milletten tokadı yemiştir. Yemiştir yemesine de bir dahaki seçim stratejisini halkın kandırıldığı, doğru yolu onlara göstermek parolası üzerine kurarak özeleştiri yapacak seviyeye gelmelerine daha çok yolun olduğunu gösterirler. Ülkede bayram havası vardır, bunun yansımaları, DP’yi ölümüne destekleyen basına da yansır. Artık beklenen özgürlüklerin ve refahın geleceği inancı herkesi kaplar. İlk yıllarında DP gayet iyi gider, yurdu baştan başa imar amacıyla yola çıkarlar; ancak ekonomik gelişme üretimden ziyade ABD’nin yardımlarına yaslanma şeklinde olacak ve ilerleyen yıllarda ABD’li bakandan, artık biraz da kendi ayaklarınız üzerinde durun mealinde üstten bakan yanıtlar alınacaktır. Kore’ye ABD’den sonra en büyük askeri gücü DP hükümeti gönderecek, belki de Türkiye’nin kurtuluşu projesi olan Köy Ensititülerini de yine DP kapatacaktır. Lakin her iki hususta da salt DP etkin değil; yani dış politikada ortak bir duruş sergileniyor hatta İsmet Paşa, yeni parti kurulması öncesinde Bayar’a, irticaanın körüklenmemesi ve dış politikanın aynen sürdürülmesi sözlerini alıyor. Bence, DP değil de CHP olsaydı yine Kore’ye asker gönderecektir. Zira Stalin’in Boğazlarda ve Kars ile Ardahan’da hak iddia etmesinden sonra alelacele Batı’nın ve ABD’nin yanında saf tutulması sonucunda, ABD ile pek çok konuyu kapsayan anlaşmalar CHP döneminde imzalanmış ve bunun ilk adımı olan yardımlar 1947’de Türkiye’ye gelmiştir. Köy Enstitülerinin işlevi ise yine CHP döneminde azaltılmış, DP döneminde ise tamamen kapatılmıştır. Ensititülerin mimarı Hasan Ali Yücel’in akıbeti hakkında Arcayürek şunları söyler: “Halk kesiminde, 1950 öncesi büyük destek gören DP'ce babasının aşırı ölçüde hırpalanmasını, İnönü'nün kesin desteği ile çıktığı eğitimin çağdaşlaştırılması yolundaki çabalarında partisince "yalnız" bırakılıp, bu tür olaylar karşısında kullanılan deyimle "harcanma­sını" bir türlü anlayamazdık.”(Birinci kitap, s.83) Dinin siyasete alet edilmesi konusunda da iki parti yarışa başlarlar: “Dini duyguları sömürerek oy toplamanın geçerli yol olduğunu ilk kez 1950 seçimlerinde görmüştük. DP, Ankara listesine Hacıbayram Camii Vaızı Ömer Bilen'i alırken, CHP -sonradan tutuklanan-, Ticani tarikatı lideri Kemal Pilavoğlu'nu aday göstermişti,”(Birinci kitap, s.215) Sonuç olarak; DP “şeytan” ise CHP de az “şeytan” değildir. 1954 seçiminden sonra oylarını daha da artıran Menderes yavaş yavaş güç sarhoşluğuna kapılmaya başlar. Her geçen gün basın üzerinde baskıyı artırır. Kendisine döneminde “besleme” adı verilen basınını oluşturur. Kağıt tedarikini muhalif haber yapan gazetelere kısar, bizzat emir vererek gazetecileri hapse attırır, gazeteleri kapattırır, sefalet içinde bıraktığı birtakım gazetecilerin yanına gelmesini mecbur bırakarak onların hükümet yanlısı haber yapmalarını sağlar, içinde Necip Fazıl Kısakürek’in de olduğu pek çok gazeteciye örtülü ödenekten para akıtır. İstiklal Savaşı ve Lozan kahramanı, Atatürk’ün sağ kolu, Cumhuriyetin ikinci adamı İsmet İnönü’nün gölgesini her daim üzerinde bir tehdit olarak duyar, öyle ki bu onda gereksiz bir paranoyaya neden olmuşa benzer. İsmet Paşa’nın kendisine karşı her an bir komplo ve ihtilal hazırlığında olduğunu düşünme ve bu düşüncenin kendisini her defasında daha büyük hatalara sevk etmesi yavaş yavaş sonunu hazırlar. Muhalefetteyken haklı olarak otoriter diye eleştirdiği Milli Şef’e dönüşür; partililerin fikirlerine değer vermez olur, seçim başarılarını salt kendisine mal eder, etrafına giderek daha fazla her dediğine “evet” diyecek isimler toplar, bu isimler ipin ucunu kaçırarak onu ikinci Atatürk olarak nitelemeye başlarlar ve bir süre sonra kendi de buna inanır. Arcayürek, onun bu durumunu “Kedi ile Fare” adlı bir yazısında eleştirir. Bundan dolayı Menderes bizzat emir vererek Arcayürek’i hapse attırır. Bu olay İnönü ile Menderes arasında siyasi bir olaya dönüşür, bir süre sonra Arcayürek hapisten çıkar. Arcayürek, İnönü ile Menderes’in birbirleriyle anlaşabilecek insanlar olduğunu ancak Cumhurbaşkanı Bayar’ın buna hep mani olduğu yorumunu yapar. Yani asıl savaş İnönü ile Bayar arasında geçmektedir. Bununla birlikte İnönü’nün bilhassa 1957’den itibaren DP’nin ömrünün bittiğini anladığını ve bir şekilde ineceklerini bildiğini söyler. Zira İsmet Paşa’nın askeriyenin içinden bilgi almaması düşünülemez yorumları yapılır. Arcayürek konu hakkında şu yorumu da yapıyor: “İsmet Paşa, bir kezinde, "Beni kızdırmayın, yapmayacağım şey yoktur" demişti. Gerçekten İsmet Paşa'nın 1959-60'da Menderes-Bayar ikilisini düşürmek için yapmadığı "şey" kalmamıştı. Giderek aşama aşama ihtilali hazırlamış, 27 Mayıs'a yeşil ışık yakmıştı.”(Üçüncü kitap, s.188) İhtilalci subaylar da zira iki şeyden korktuklarını ifade etmişler, birincisi İsmet Paşanın tepkisi, ikincisi Menderes’in erken seçim kararı alması. Eğer Menderes erken seçim kararı alsa, ihtilali en azından erteleyeceklerini söylemişler. Erken seçime gidilmesi, Tahkikat Komisyonunun kaldırılması, basın üzerinde baskının sonlandırılıp özgürlüklerin artırılmasına yönelik yasaların hızla çıkarılması hatta başbakan da dahil olmak üzere hükümetin istifa edip yerine yeni bir hükümetin kurulması gibi çözüm önerileri DP’nin içinden bazı isimlerce Menderes ve Bayar’a iletilir. Lakin Menderes bunları hep geçiştirir, aynı gelen darbe olacak istihbaratlarına yaptığı gibi. Gerek Menderes gerekse geri kalan DP’lilerde, politikacılarımızın değişmez hatasını görmekteyiz: Halktan aldıkları yüksek oy oranlarının, kendilerine her şeyi ama her şeyi yapma yetkisini verdiği, bu yolda her türlü muhalif unsurların kendilerine hatta otomatik olarak millete düşman, vatan haini oldukları düşüncelerine kapılmaları; bu güç sarhoşluğunun verdiği aşırı özgüven ile kibir de eklenince ortaya hazin sonuçlar çıkıyor. İlk üç kitapta bence büyük bir eksiklik, Menderes’in adeta karşı devrime başlamasıdır. Devrimleri de halkın benimsedikleri, benimsemedikleri diye ayırır; ülkede dini duyguları giderek daha çok suistimal eder, Said Nursi gibi fikirsel açıdan hiçbir değeri olmayan insanları ve tarikatleri parlatma çabaları, eski Türkçeyi kısmen geri getirmesi, hatta hızını alamayarak kendi grubuna siz isteseniz halifeliği bile getirirsiniz demesi gibi pek çok hareketi, Atatürk’ün laik temellere oturtmaya çalıştığı modern Türkiye’sine karşıt hareketler hatta saldırılardır. Bunlara rağmen, Menderes’in ve diğer iki ismin asılması hatadır. En başta, öyle ya da böyle halkın büyük bölümünün oylarıyla gelmiş başbakanların, bakanların, milletvekillerinin idamı etik değildir. Bunun halkın vicdanında açtığı yara, bundan sonraki her seçimde kendini gösterecektir. İşin kötü tarafı DP çizgisini takip ettiğini söyleyen politikacılar, “mağduriyet” sömürüsünü en temel seçim stratejisi haline getireceklerdir. Halkımızın köklerinde zaten hep ezilmişin, mağdurun yanında olma güdüsü var. Bu, ilk başta çok güzel bir özellik gibi geliyor olsa da, bunun çok kolay suistimal edilebilir olması nedeniyle halkın olayları değerlendirme yönü zedelenerek ülkece, milletçe çok büyük sorunlar yaşamamız muhtemeldir. Tarihte de örnekleri vardır. Bu nedenle naçizane tavsiyem, her mağduriyete gözü kapalı destek vermeyelim; bunu sadece politika için demiyorum her konu için geçerlidir. Siz iyi niyetli olabilirsiniz lakin cehenneme giden yollar da iyi niyetle döşelidir, bunu asla unutmayın. İhtilalin bir yansıması da halkın zihninde, "CHP + Ordu = İktidar"(İkinci kitap, s.207) denklemi köklü şekilde yer edecektir. Bunun sonucunda CHP’nin oyları belli bir orandan yukarı çıkamayacaktır (Ecevit dönemi hariç). CHP-DP çekişmesi ve bunlar sonucunda gelen 27 Mayıs İhtilali, Türkiye siyasetinin eksenini köklü bir şekilde belirlemiştir. Sadece siyaset dünyasında sınırlı kalmayan bu durum, halka da nüfuz edecek ve gayri resmi bir bölünme durumu yıllar boyu yaşanacaktır. Bu durumların dikkat edilmesi gereken bir yanı ise bence, Osmanlı düzeninden Cumhuriyete keskin geçişin sancılarıdır. Atatürk’ün devrimleri, eğitimin istenilen düzeye ulaşmaması nedeniyle halkın tamamına benimsetilemedi. Onun ölümünden sonra verilen tavizler, atılan yanlış adımlar, ekonomik durumun giderek kötüleşmesi, toprak reformlarının yapılamayışı gibi etkenlerin sonucunda, geçmişe dönme ile geleceğe yürüme arasında gidip gelen bir çatışma içine girdik. Bir taraf, kaybedilen cennete dönüşü arzulayıp Cumhuriyetin tüm kazanımlarını kötüleyip yerine eskinin getirilmesini her şeyin çözümü olarak sunarken; diğer taraf cennet Atatürk’ün ilkelerini iyi anlayarak onun koyduğu hedeftedir, bunun için daha çok çalışmalı, eskinin köhnemiş düzeninden sıyrılmalı, laikliğe sımsıkı sarılmalı, dini siyasetten ayırmalı vb. düşünceleri takip etmek istemektedir. Bu esnada aklıma, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir sözü geliyor. Ne zaman tarihimize dair okumalar yapsam, bizde olayların aynı kaldığını sadece tarafların yer değiştirdiğini görüyorum üzülerek. İzlediğim videoda birisi, Türkiye gelişmekte olan ülke değil, gelişmeye direnen ülkedir, demişti. Ne kadar da haklı, her geçe gün daha iyi anlıyorum. İyi okumalar.
Bir İktidar Bir İhtilal: 1955-1960
Bir İktidar Bir İhtilal: 1955-1960Cüneyt Arcayürek · Bilgi Yayınevi · 198422 okunma
··
297 görüntüleme
Sultannn okurunun profil resmi
Ellerine sağlık. Yazdıklarına katılmamak elde değil. Sanırım bu koltuk sevdası insanı hemen etkisi altına alıyor. Yöneticiler, asla yapmam dedikleri şeyleri nedense iktidara geldiklerinde hep yapmışlar. Tarihimiz bunun örnekleriyle dolu. Atatürk'ün ölümünden sonra, yaptıkları bir şekilde yıkılmaya çalışılmış, devrimlerine sahip çıkılmamış. Kendi partisi bile devrimlerine sahip çıkmadıktan sonra, diğer partilerin yapması gayet normal. Çok değerli bir inceleme olmuş. Teşekkür ederiz.
Kaan okurunun profil resmi
Söylediklerinize katılıyorum. Umarım gelecek daha güzel olur. Teşekkür ederim, beğenmenize sevindim.☺
Ferah okurunun profil resmi
Okurken kendimi tarihi belgesel izliyor hissine kaptıran tekrar tekrar okunması gereken müthiş bir inceleme. Mağdurun yanında olmanın acılarını yaşıyor olmak, buna rağmen infazları reddeden görüşlerin ise oldukça objektif. Emeğine sağlık Kaan.
Kaan okurunun profil resmi
Teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim.☺
Aslıhan Alpaslan okurunun profil resmi
İnceleme çok iyi olmuş sağ olun. Anı şeklinde olduğunu belirtmeniz çok iyi olmuş, zira babamın kütüphanesinde yıllardır duruyor ve akademik dil olacağını düşünerek hiç el atmamıştım. İlk fırsatta alıp okuyacağım.
Kaan okurunun profil resmi
Teşekkür ederim☺
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.