Sartre varoluşçuluğun sözcülüğü görevini öyle başarıyla gerçekleştiriyor ki bana içimde bir varoluşçunun yaşadığını fark ettiriyor.
Uzun zamandır bir kitaba bu kadar yakın hissetmemiştim kendimi. Hiçbir kitabın satır aralarında içimdeki bulantıyı bulamamıştım.
Sartre, Bulantı’da hem kendini buluyor hem de bulduğuna pişman oluyor. Var olmayı bir tiksintiyle karşılıyor ve bunu ustaca dile getiriyor.
Ana karakterimiz
Roquentin, belki bazılarımızın hissettiği var olmanın ağırlığını hissediyor her anında. Var olmanın bir anlamı olması gerekirken o anlamı bulamadığı için varoluşun hiçliğe delalet ettiğini düşünüyor. Yaşadığı her an onun için bir fazlalık sanki. Çoğumuzun günlük hayatın içinde hissettiği tiksintiyi hissediyor, hissettiriyor. Çevresiyle olan tüm bağının sebebi varoluşu olduğundan ve kendi var oluşuna bir fazlalık gözüyle baktığı için her şeyden tiksinti duyuyor. Var olmak onun için sanki bir ceza. Kimimize hastalıklı gibi gelen bu hisler aslında oldukça doğal. Zaman zaman hepimizin hissettiği var olmanın (Sartre’ın deyimiyle varoluşmanın) ağırlığı Roquentin’in omuzlarından ruhumuza
çullanıyor.