Kitabı okumadım bu nedenle kitap kısmına pek girmeyeceğim lâkin delilikle ilgili güzel bir yere girişmişsin…Bu meseleye dâhil olmazsam içim rahat etmez. Charles Bronson’ un başrolünde oynadığı Öğleden Üçe Kadar isimli harika bir western filmi var, bilindik hikâyelerin epey dışında. Bir çete, kasabanın birinde banka soymak için yola çıkar. Charles Bronson abimiz gece kötü bir rüya görür ve soygunun kötü sonucundan dolayı şüphelenir biraz. Çete bir çiftlik evinde atlarını değiştirmek için duraklar, Bronson abimizin atının bacağı kırılmıştır. Çiftlikte yalnız bir kadın yaşamaktadır (Jill Ireland). Bronson kadından da etkilendiği için işi bir punduna getirerek çeteden ayrılır yeni at olmadığı bahanesiyle, hâlbuki ahırda at vardır. Neyse bu kısmı geçelim. Onlar soygunu yapıp dönene kadar çiftlikte bekleyecektir. Kadınla masalsı bir aşk yaşar. Kadının da dürüstlük vaazıyla kasabaya arkadaşlarına yardım etmek amacıyla gider. Ancak işler rast gitmez vs. vs. Bir ölü olarak bilinir lâkin hapse düşmüştür… Bundan sonra bu hikâye bir kitap olur öyle meşhur olur ki kadın artık. Aşk ve soygun hikâyesi… Kahramanımız kendisini tanıtmakta zorlanır, inanmazlar kendisine bir türlü, inanmazlar çünkü o adamı tanıyanlar (?) vardır falan filan. Yazarın evine ve kendi mezarına, kasabaya turlar düzenlenir. O da bunlardan birine katılarak, kadının evine girerek onunla karşılaşır ancak kadını dahi inandırmaz, kadın o olmadığını söyler ısrarla. Belki böyle tanırsın diyerek cinsel oranını gösterir ve kadın olamaz diyerek tanır ancak, kadın için gerçek olan artık gerçek Graham Dorsey (Bronson) değildir. Kadın şöyle bir laf eder orada, inanmayış sebebi de anlaşılır (inanmayıştan ziyade, farkında olarak inkâr ediştir bu) : “…Şimdi diğerlerini de düşünmeliyiz. Hikâyemizden derin bir şekilde etkilenen dünyadaki bütün insanları…” Kadının umurunda olan başka bir dünyadır artık, yaratmış olduğu imajın dünyası… Geçmişte adamla kurduğu hayallerin de ötesine geçmiştir bu dünya… Kadın imajın ya da hikâyenin yaşaması uğruna intihar eder. Aşk hikâyesi sahnelere taşınır artık... Kahramanımız itiraz eder böyle yaşanmadı, bu adam benim diye ancak yine kimse inanmaz, Graham Dorsey o değildir. İşin en güzel tarafı şu, filmin finalinde, bir akıl hastanesi görürüz. Kahramanımız içeri girer/tıkılır… Hastalardan biri ona adıyla seslenir… ”Graham Dorsey, seni bekliyorduk… Hoş geldin…”
İnanılmaz bir bitiş biçimiydi bu yanıyla… Senin delilik meselene gelirsek şimdi buradan, pek bir bağı yok belki lâkin kim diyebilir yaşattığımız kişiliğin kurgunun değil de gerçeğin kendisi olduğunu? Kurgulanan imaj adına vazgeçtiklerimiz yahut örtük biçimde taşıdıklarımız gerçekliğimizin dışında mı? Ya da gerçeklik görünenlerin(imaj dolayısıyla) toplamından mı ibaret? Ya da delilik sadece farklı bir düzlemde oynanan oyun gibi mi, kişilikler karmaşasından da oluşabilen? Ya da her insanda olan birincil, ikincil, üçüncül kişiliklerin biçimler dediğimiz tekillikler biçiminde tezahür ederek yüzeye çıkması ve bizim bu tekilliğin kavranamayışı karşısındaki şaşkınlığımız mı? Ne olduğunu bilmiyorum ama güzel mesele. Bildiğim tek şey kendini yaşamayanın biz olduğumuz gerçeği, onlarınkini tam olarak bildiğimi söyleyemem… Bakırköy’ e gittiğinde hoş geldin diyebilirler sana aldırma :)