Nazım Hikmet hemen herkesin hayatına dokunmuş bir şairdir. Kimileri onu çok severken kimileri onu Necip Fazıl ile kıyaslayarak ‘solcu – komünist’ diye ötekileştirir; kimileri memleket sevgisini ve hasretini Nazım’ın dizeleri ile ifade ederken kimileri de ‘güzel günler göreceğiz, güneşli günler’ nidalarıyla geleceğe dair umudunu diri tutar. Herkesten bir parça vardır Nazım’dan.
Can Dündar, bizim uzaktan imrenerek, gıpta ile baktığımız Nazım’ın yaşamının gizli odalarına girmiş, hayatındaki kadınlara yaptığı serenatlara kulak vermiş, aşk denen yakıcı duygunun usta şairin dizelerindeki tınısını tüm melodisiyle okura aktarmaya çalışmış belgesel niteliğindeki bu çalışmasında.
Tüm bunların yanında davaya adanmış bir hayatın, ideal uğruna özgürlüğünden vazgeçmiş ve yaşamını dört duvar arasına bile isteye sıkıştırmış bir ruhun, en büyük korkusu ve en büyük özlemi vatanını görmeden ölüp gitmek olan bir gurbetçinin feryatları da var bu çalışmanın içerisinde.
Beni en çok etkileyen satırlar, büyük şairin cenazesinde bulunan şairlerden Lev Oşanin’in Türkiye'den toprak getirerek tabutun üzerine bırakışının anlatıldığı satırlardı. Ölürken gözü açık gitmek böyle bir şey olsa gerek...